28 Mart 2011 Pazartesi

Göğe Bakalım

İnsan YGS bitince tabii böyle azıcıktan da olsa garip bir boşluğa düşüyor. Bugün dersler de baya boş geçtiğinden, edebiyat dersinde  de sohbet edip hocanın varlığını inkar ettik. İlginçtir ki, bir ara hoca yanıma geldi ve elime bir kitap tutuşturarak: "Bu şiiri oku" dedi. Ben de o yüzden onun işlevini üstlenerek size: "Bu şiiri okuyun!" diyorum. 
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları  da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi 
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat 
Durma göğe bakalım 
 
Turgut UYAR

25 Mart 2011 Cuma

Siyah-Beyaz


"You know what's wrong with you, Miss Whoever-you-are? You're chicken, you've got no guts. You're afraid to stick out your chin and say, "Okay, life's a fact, people do fall in love, people do belong to each other, because that's the only chance anybody's got for real happiness." You call yourself a free spirit, a "wild thing," and you're terrified somebody's gonna stick you in a cage. Well baby, you're already in that cage. You built it yourself. And it's not bounded in the west by Tulip, Texas, or in the east by Somali-land. It's wherever you go. Because no matter where you run, you just end up running into yourself."


Her eski bir aşk filmi izleyişimde kendi kendime diyorum ki, sorun aşkın olmaması değil; sorun hayatın siyah beyaz olmaması. Gerçekten. Hayat siyah beyaz olsaydı eminim o filmlerdeki gibi sadece birbirimize sarılıp, aşık olduğumuzu, birbirimizi sevdiğimizi anlar; tek bir kelime etmeden bütün duygularımızı birbirimizle paylaşabilirdik.
Bazen filtreli çekim olurdu. Mesela, sevdiğimizle birbirimize baktığımız anlar buğulu olurdu dünyanın geriye kalanı. Renklerin olmaması, hayatımızı hiç de etkilemez; tam tersine, yapaylığın içinde boğulmaz, olduğumuz gibi davranabilirdik.
Beyazın içinde gizli sözlere gerek kalmazdı belki; belki biraz daha gerçekçi olurduk. Hiç çekincemiz olmazdı. “Ya böyleyse?” demez; olduğumuzu ortaya koyardık. Biraz risk almasını öğrenir, bir şeyler için çok geç olmadan hareket ederdik.
Filmin adının “Tiffany’de Kahvaltı” ya da “Casablanca” olmasına gerek kalmazdı. Sadece bizim kendi filmimiz olur, adı da sadece “aşk” olurdu.


Belki de sadece fazla hayal kuruyorum, ha, ne dersiniz?

20 Mart 2011 Pazar

Karalamalarim No:1

Her insanin hayatta bir varolus amaci var. Artik ondan kesinkes eminim. Bazilarimiz para konusunda basarili olurken, bazilarimiz askta, bazilarimiz huzurda, bazilarimiz da basarisizlikta basarili.
Yillar once bir ruya gormustum. Cok kucuktum; ama dun gibi hatirliyorum o ruyayi. Bir ses bana "Hoslandigin cocuk mu, yoksa derslerin mi?" demisti. Su an kucukluk halimi dusundukce bu ruya bana da komik geliyor ve bilincaltimda olusmaya baslayan seylerin, nasil hayatimi su gune kadar yonlendirebilmis oldugunu goruyorum.
Peki ben nasil cevaplamistim bu soruyu? Tabii ki de basarili olmayi secmistim. Basarili olmak daha zordu cunku sevmekten ve sevilmekten. Emek istiyordu, hayati yonlendiriyordu.
Ben artik ne icin yasadigimi biliyorum. Kararimi yillar once vermisim ben, kapilari kapatmis; kendimi bir yone adamisim. Icimde kalan bir parca hep bir seylere inandi ve hayallerini kurdu. Artik biliyorum ki hayat filmlerden ote. Gercek, hem de cok gercek. Eskiden kim oldugumu bilmezdim, artik biliyorum. Ben hicbir zaman kimseye guvenemeyecegim, arkadaslarima bile.
Insan sinirlarina gore davranmali. Ben de artik oyle davranacagim. Bu konu da burada kapandi.

16 Mart 2011 Çarşamba

Hayaldeki O Ideal Ilk Opusme

Tamam, kabul ediyorum. Ben boş bir insanım- yaaani bazen. Bugün duştaydım ve aklıma saçma sapan bir soru geldi: Acaba kızların akıllarındaki bir erkekle ideal ilk öpüşme nasıldır? Sonra dedim ki kendi kendime, “Deniz merak etmektense birkaç kişiye sormayı deneyebilirsin.”
Alın size cevaplardan birkaçı…
Not: Erkeklerin işi zor.

“Mesela bir odada yalnızken güzel bir müzik, loş ışık filan… Sonra konuşurken öyle boş arkandan gelecek, sarılacak belinden tutarak. Sonra belinden seni çekerek kendine döndürecek ve duvara yaslayacak, önce boynundan öpüp, sonra normal öpmeye başlayacak. İşte bu kadar.”
“Ya sanırım hafiften böyle kavga gibi bir şey sonunda barışırken filan olabilir. … Abi dershaneden geldim şu an, romantik olmasa da her şekilde giderim yani…”
“Sanırım böyle yağmur yağıyor, nefesimiz kesilmiş. Hani böyle konuşamıyoruz, böyle uzaklardan, böyle hızlıca yürüyerek… Hani böyle daha fazla tatmin… Hani daha fazla sarılmak (can’t get enough of him tarzında) Çünkü o kadar artmış kı tansiyon ve zaman, artık dayanamıyormuşuz gibi.”
“Ay spiderman iyiydi; ama bence EN İYİSİ böyle hiç beklenmedik bir anda erkeğin seni kendine çekip öpmesidir.”
“Bence çok ciddi bir tartışmadan sonra olmalı. Hani “Neden bu kadar çok takıyorsun ki?” filan der kız. Çocuk da “Çünkü…” der devamını getiremez. Kız da “Hıh, söyleyemeyeceğini biliyordum; hiçbiriniz söyleyemezsiniz!” der. Çocuk da kız tam giderken kolundan yakalar ve *muck*. Ha bu arada, dışarıda olmalı bu. Sağnak yağmur veya karda”
“İspanya ya da İtalya. Yazın, akşam, hava sıcak; ama esiyor. Üzerimde tiril tiril siyah bir elbise. Kollarımda güzel bileklikler, malum kişiyle. Saçlarım açık rüzgarda uçuşuyor. Mükemmel ama mütevazi bir restoranda akşam yemeği yemişiz. Hesabı ödüyoruz, ikimizin de yüreği pır pır. Bu kişiyle 6-7 sene önce aramda bir şeyler olmuş; ama çıkamamışız, hani olmamış. Neyse dışarı çıkıyoruz. Bir rüzgar esiyor; bir ürperti geliyor bana. Yürürken kollarımı sarıyorum. Sonra o benim üşüdüğümü fark edip, ceketini vermek istiyor. Tabii bu yürüdüğümüz sürece oluyor. Konuşuyoruz, şakalaşıyoruz, gülüşüyoruz. Ben önce kabul etmiyorum ceketi, sonra gülümseyerek tamam diyorum gözlerim yere eğil. Neyse bu arkadan ceketi omzuma asarken, önce boynuma bir öpücük konduruyor. Sonra beni kendine doğru düzeltip, aynı hizaya gelince gözlerimin içine bakıyor. Ben gözlerimi yere eğip utanınca, beni küçük bir şekilde öpüyor. Ama sokakta kimse yok. İnanılmaz güzel bir yaz akşamı. “

Evrenin kralicesi benim!

Blogu fazla boslamisim. Olucak is degil acikcasi. Aslinda yazmiyor degilim, yazmaya devam ediyorum; ancak yayinlamiyorum. Nedense bir guc beni o yayinla tusuna basmaktan alikoyuyor. Belki bu yazdigimi bile yayinlamam, bilemiyorum. Her neyse.
Bazen dunyanin kendi cevremizde dondugunu dusunmek ne kadar da kolay oluyor degil mi? Her seyin "ben" odakli suregeldigini dusunmek, diger insanlarin "ben"den baska amaclari olmadigina inanmak... Bunlarin hepsi hayata biraz daha anlam katmak icin cabalarimiz herhalde. Herkesin farkli farkli seyler ve amaclar icin calistiklarini dusunmek gercekten de isin icinden cikilmaz bir boyuta goturuyor insani.
Paranoyaklik sanirsam hepimizin kaninda var - ki ben paranoyak bir insan degilimdir. Tam tersine karsimdakine aninda inanan bir insanimdir; hayatimda komplo teorilerine pek yer vermem. Ote yandan, insanlari hicbir zaman tamamiyle taniyamayacak olmak da biraz uzucu. "Ya bana boyle derken, baskasina da boyle diyorsa?" sorusu, ne yazik ki, en paranoyak degilim diyen insanin aklina bile eninde sonunda geliyor.
Iste boyle bir anda en guzel kacis, "Evrenin merkezi benim" diyerek oluyor. Merkez siz oldugunuz icin, herkes size calisiyor ve sizden baska bir olusum -kendileri disinda- hayatlarinda olmuyor. Belki de dunyanin en egoistce dusuncesi bu; ama eminim ki her insanin aklindan en azindan bir kere gecmis bir fikirdir bu.
Saat 1.00 olmus. Onumde test kitabi, bugun 20 saate yakin uyudugum icin gozlerim faltasi gibi acik. Etrafimda kimse yok, ne ben kimsenin farkindayim, ne de kimse benim farkimda. Ha, bi de oturmus evren benim etrafimda donuyor diyorum. Kiza bak!

10 Mart 2011 Perşembe

Donemec

Servise binmis kari seyrediyordum ki sunu farkettim: yarin okulun son gunu - uzun bir sure icin en azindan. Saka gibi geliyor insana, birakin 5 senenin nasil gectigini anlamayi, su 7 ayin nasil gectigini bile anlayamadim.
Insanin icinde bir burukluk olmuyor degil tabii. Iyisiyle kotusuyle bu okul, bircok seyi belki de ilk kez yasadigim yer oldu.
Simdi ise baska diyarlara yelken acmanin vakti gibi, bize baska ufuklari gosteriyorlar.
Tek anladigim sey ise, yalan da degil, bir parcam hep burada kalacak. Zaten hangimizin kalmayacak ki?

DÇ'11

6 Mart 2011 Pazar

Her defasında ağlamama neden olan yıllık yazısı

Sanırım arkadaşlarım beni benden daha iyi tanıyorlar ve bunu görmek benim çok garip hissetmeme neden oluyor. Bana inanılmaz gelen bu yıllık yazısını aniden paylaşmaya karar verdim. Her şeyden öte, bana beni tekrar hatırlatıyor.

"Hayal bu ya, çok uzak yerlere gidiyoruz. Yüzümüzde daha bile garip makyajlarla, daha çok insanın önüne çıkıyoruz. En olmadık anlarda kulaklığından yükselen müziğe kötü seslerimizle eşlik edip dans ediyoruz. Ben senin yanlış anlardaki yanlış hareketlerini durmadan taklit ediyorum, sürekli kendimizi oynuyoruz. Oskar heykelciğini kaybedip beni arıyorsun, ben panik olmuyorum bile, çantandadır. Benim hakkımda kimsenin söylemeye cesaret edemediği sırları apaçık yüzüme vuruyorsun, korkuyorum. Sonra biricik drama kraliçem, bir gün "aşk"ı buluyorsun, aynı hikayelerindeki gibi. Üstelik onu o mükemmel fotoğrafı çekmeye ikna ediyorsun. Hayal kurmak bedava, düş güzünle kendi hayatını ve benimkine dokunduğun her parçayı ojelerinde parlak pembeye boyuyorsun. Masallara inanıyoruz. Bir Deniz, bir Ece vardı hiç unutmuyoruz."

5 Mart 2011 Cumartesi

Hey Jude


yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.
                                                        Nazım Hikmet

Bugün dişçiye gittim ve dişimin röntgenini çektirdim. O kadar garipti ki. O röntgene bakınca dedim ki: "Gerçekten ben bu muyum? Vücudum gerçekten ben mi?" Ben vücuduma emretmeden o nefes alıyor, bir çok işi yerine getiriyor, benim yaşamamı ve düşünmemi sağlıyor; ama sanki o farklı bir organizmaymış ve esas "ben"den ayrı çalışıyormuş gibi. Şu anda mesela kim bilir ne mikroplarla savaşıyor antikorlar, hangi hormonlar salgılanıyor ya da hangi hücreler bölünüyor?
Tamam çok fazla biyoloji dersine girmeyeceğim - zaten benim de biyolojim berbat; ama değinmek istediğim noktayı anlatabildim sanırım.
Daha sonra düşündüm de, acaba beni ben yapan bir ruh var mı yoksa gerçekten her şey beyin mi? Acaba benim beynimi alıp başkasının beynine koysalar, "ben" yaşamaya devam eder mi? Deniz diye adlandırdığım, herkesin Deniz diye bildiği şey sadece kafamın içindeki elektrik dalgaları ve kimyasal tepkimelerden mi ibaret? Sanırım öyle. İşte bu an biraz bilim kurgu filmlerine uçtum ve beyin transferi olursa bir nevi ölümsüzlüğe ulaşabileceğimize karar verdim. Sonuçta beyin ölmedikçe, insan da ölmez. Kanser oldunuz diyelim, geçin başka vücuda, nasıl olsa sizi siz yapan beyniniz; kolunuz, bacağınız, tırnağınız değil.
Şu an biraz imkansız gibi görünse de beyin transferi fikri, gelecekte olmayacak iş değil bence; ama bir yandan da şu var ki: ölümsüz olmayı denemektense, neden daha geniş olmaya ve yapabileceklerimizi hayatımıza sığdırmaya çalışmıyoruz ki?
Gılgamışın hikayesi gibi, ölümsüzlüğü bulsam, ölümlü olmayı yeğlerdim demem; ama onun getireceği sorumluluktan kaçıp, "insan" gibi yaşamayı seçerdim.
O yüzden, (biraz klişe olucak ama) her anın kıymetini bilmek lazım. Gerçekten. Bunu inararak söylüyorum. Her şey belki de anlayabileceğimizden çok daha karışık. Belki amacımız çok büyük ya da hiç yok; ama önemli değil. Ele bir şans geçmişken, güzelce kullanmalı.


Ağzında 32 diş yerinde 26 diş olan kızdan sevgilerle...

3 Mart 2011 Perşembe

Zaman geciyor.
Biz soylediklerimizle hatirlanmaktansa, mezara sakladiklarimizla gidiyoruz.
Zaman geciyor.
Birbirimizi olduklarimizla degil de olamadiklarimizla hatirliyoruz; cunku disarida, sadece yapamadiklarimizla kaliyoruz.
Zaman geciyor.
Susuyorum.
Susuyorsun.
Susuyor.
Aferin bize.

2 Mart 2011 Çarşamba

Dusuncelerime Dokunma

Bu blogspotun yasaklanmasi olayi beni baya uzdu ve rahatsiz etti - ne yalan soyleyeyim. Senelerce youtube un yasak oldugu bir ulkede, blog sitesinin de yasaklanmasi beni neden sasirtti pek anlayamasam da, telefonumdan girebildigim icin bu siteye yazmaya devam edecegim.
Zihniyetini anlayamadigim bir politikayla yonetilen ulkemde, nasil gittikce yabancilasabilirim merak ediyorum. Neydik, ne oluyoruz? Ya da neye dondurulmeye calisiyoruz? Blogumuz kapatiliyor, kendi kendimize 2-3 cumle soylememiz bile "tehlikeli" bir hal aliyor. Nasil bir planin parcasiyiz, nasil bir toplum halini alacagiz? Bundan yillar sonra hepimiz duygusuz ayni urunun parcalari mi olacagiz?
ATATURK dedik, ihtilalci olduk; Nazim Hikmet okuduk, komunist olduk; dusunduk, sistem karsiti olduk.
Eger amac dusunmeyen o toplumu yaratmak, dusunenleri ulkeden kacirmak ya da yakmaksa, bu ulke benim ulkem. Onu taninmaz hale getirenler kacsin, gitsin.