28 Şubat 2011 Pazartesi

Trendeki Yabancılar

Not: Aslında bu hikayeyi koymayacaktım; ama kendimi tutamadım. Biraz kalsın, sonra silerim.
Not 2: Dershanedeki edebiyat hocam bu hikayeyi okudu ve sorduğu soru şu oldu: "Hikayenin sonunu kısa kesmişsin, neden?" Benim de cevabım: "Test çözmem gerekiyordu Hocam" oldu.


Varlığını belli etmeyen güneşin insani garip bir şekilde ısıttığı bir günde, tek başına istasyonda oturmuş, öylece tren bekliyordu. Bazen güneş saklandığı yerden çıkacakmış gibi davranıyor; ancak yine yerini parça parça olan bulutlara bırakıyordu.
Yolu uzundu. Hem de çok uzun. Belki hayatında hiç bu kadar seyahat etmemişti bile; ama buna hazırdı. Kısa mesafede bindiği her tren bozulmuştu; ama bu onu trene binmekten alı koymayacaktı. O da filmlerde olduğu gibi camdan dışarı bakınca hızlıca değişen tarlaları, ağaçları, iklimleri ve inekleri görecekti. Kafasını cama yaslayacak, uyuyakalacak ve arka planda bütün görüntüler, insanlar akmaya devam edeceklerdi. Gözlerini açtığında ise yolun devamını izlemeye devam edecek ve her toprağın farklı hikayesini hayal edecekti.
İstasyon birden kalabalıklaşmaya başladı ve sonunda tren geldi. Ayağını trene atmadan önce geri donup şöylece bir uzun sure boyunca görmeyeceği o yere son kez baktı. Bir şeyleri özlemek güzeldi, bu yüzden önce o şeyi terk etmek gerekiyordu. O da aynen bunu yapıyordu.
Biletinde yazan koltuğu buldu ve sadece taşıdığı sırt çantası olduğundan, onu da koltuğun altına koydu. Kompartımanın kapısının dışından koca koca bavulları taşımaya çalışan insanlara öylece baktı. Bavul dediğin küçük olurdu, sadece gerekli olan birkaç eşya konurdu. Onun dışında zaten insanin başka şeye ihtiyacı olmazdı.
O sırada sırtında onunki gibi bir çanta - belki onunkinden küçük bir çantaydı bu - olan genç bir oğlan içeri girdi. Saçı başı birbirine karışmış, aylardır yıkanmamış gibi görünen bir pantolonu ve siyah rengi solmuş bir montu ile kendi halinde bir görüntüsü vardı. Kıza sadece bir bakış attı merhaba dercesine ve yerine oturdu. Kızın varlığını kabul etmiş olsa da, o yokmuş gibi davranıp eline bir defter aldı. Kendi kendine mırıldanarak bir şeyler yazmaya başladı.
O sırada tren harekete geçti ve çocuğun mırıltıları trenin sesiyle bütünleşti. Oluşturulmaya çalıştığı bir melodi vardı sanki; ama bir turlu notaları birbirine yakıştıramıyor ya da aradığı ritmi tutturamıyordu. Kız bir sure dışarıyı izliyormuş gibi yapsa da, çocuğun melodisini takip etmeye çalıştı; fakat zamanla gözleri kapandı ve o da o ezginin içinde kayboldu.
Bir anda bir dürtülmeyle uyandı. Tren görevlisiydi.
"Biletinizi görebilir miyim?"
Biletini adama verdi ve adam bir damga attiktan sonra:
"Kompartımanda yalnız misiniz?" diye sordu.
Kız etrafına bakindi. Çocuktan eser yoktu.
"Hayır, değilim. Bir beyefendi daha vardi benimle beraber."
Görevli homurdanarak uzaklaştı: “Şerefsiz herifler, bilet parasını ödemiyorlar sonra trende buram buram kaçıyorlar.”
Kısa bir süre sonra, paspal çocuk yine kompartımana döndü ve olanları tahmin ettiğinden kıza mahcup bir ifadeyle bir süre baktı. Bunun üzerine kız bir şeyler söyleme ihtiyacı içinde hissetti kendini.
“Geldi, seni sordu; ama daha sonra gitti. Yine de senin yerinde olsam pek ortalıklarda görünmezdim.”
Çocuk kafasını önce defterine eğdi, daha sonra da teşekkür edercesine kıza doğru gülümsedi. O sırada ağzından bir tek kelime bile çıkmadı. Bir an sanki bir şeyler söyleyecek gibi oldu; ama daha sonra diyeceklerinin hepsini yuttu.
Kız hayali olan tarlalara bakıp, hayal kurmaya çalışıyordu; ama bu çocuğu daha çok merak ediyordu. Acaba nereden geliyordu? Kimdi? Acaba neden biletin parasını ödememişti? Şarkı mı yazmaya çalışıyordu? Yoksa bohem yaşamaya çalışan o meşhurlardan biri miydi? Belki de sadece öylece gelip geçen biriydi; önemsizdi.  Dışarıdaki görüntüye bakmadığına göre, bu trene daha önceden çok kez binmiş olmalıydı; çünkü trene hiçbir ilgisi yoktu. Tam tersine, hayatının bir parçasıymış gibi davranıyordu; sanki her gün bu işi yaparmış gibi.
Kız o kadar uzun süre boyunca çocuğa bakmıştı ki; çocuk bunu fark etti ve kafasını işinden kaldırmadan:
“Sanırım sen bana öyle bakmaya devam edersen, bu parçayı tamamlayamayacağım.” dedi.
Bu cümlenin ardından uzun bir sessizlik oldu; çünkü kız kendiyle ne yapacağını bilemedi. Elinde olsa camı açıp kendini dışarı atardı; öyle utanmıştı yaptığı şeyden. Halbuki, çocuğa o kadar da uzun süredir baktığının farkında değildi. Önce başka yerlere bakıyormuş gibi yaptı, çocuğa yanıldığını gösterecekti; ama sonra dayanamadı ve konuşmaya karar verdi:
“Merakımı mazur gör. Sadece ilk defa trene bu kadar uzun süreli biniyorum ve karşımda oturan insanın ne yaptığını öğrenmeden kendimi iyi hissedemeyeceğim.”
Çocuk kendi kendine güldü ve kıza ilk defa düzgün bir şekilde baktı. Saf bir surat, kendini ele verecek meraklı bakışlar; ama iyi niyetli gözler. Yanında küçük bir çanta ve üzerinde de kat kat elbiseler vardı kızın. Evet, uzun bir yolculuğa çıktığı belliydi: az malzeme, çok yol.
“Ben mi? Ben şarkı yazarım ve şu anda da onu yapıyorum.”
Sessizlik.
                Şimdi böyle diyene ne denirdi ki? Sanki kıza daha az konuşması gerektiğini verdiği kısa cevaplarla anlatmaya çalışıyordu çocuk. Belki de kız sadece öyle sanıyordu.  Çocuk devam etti:
“Müzikle ilgilenir misin?”
“Müzik dinlemeyi severim; ama pek anladığım söylenemez.”
“Hiç enstrüman çalmadın mı?”
                Çocuk bu soruyu öyle bir şaşkınlıkla sormuştu ki, kız kendinden utandı:
“Eğer ilkokulda zorla çaldırdıkları blok flütler sayılıyorsa, evet; ama sanırım hiçbir zaman müzikle o kadar yakından ilgim olmadı.”
“Peki neye ilgin oldu?”
“Resim çizmeyi çok severim. Çoğu insan iyi yaptığımı söylerler bu işi; ama artık içimden pek resim yapmak da gelmiyor. O yüzden, bütün yeteneğim körelmiş bile olabilir.”
                Çocuk önce defterine bir şeyler karaladı, daha sonra da kıza gülümseyerek:
“Yetenek asla körelmez; ama insanlar körelir.” dedi.
“Belki haklısındır.”
                Aradan saatler geçti ve tek bir kelime bile söylemediler birbirlerine; ama garip bir şekilde sanki saatlerdir konuşuyor gibiydiler. Kız kendini çocuk hakkında birçok şey biliyormuş gibi hissederken, çocuk da aynı şeyleri kalbinde duyumsuyordu. Trenin de en güzel yanı buydu. En alakasız iki insanı bir araya getirip, aralarında bir bağ kuruyordu. Adı olmayan bir bağdı bu. Seyahat arkadaşlığı denebilirdi belki buna; ama bu söz de yetersiz kalırdı.
                2 gün boyunca aynı şekilde yola devam ettiler. Sadece bir kez çocuk kıza melodi hakkında ne düşündüğünü sordu; ama kız çocuğun mırıldanmasından hiçbir şey anlamadığını söyleyince, çocuk yine konuşmayı kesti ve defterine gömüldü. Ta ki, o gece terk ettiği kompartımana elinde siyah büyük bir çantayla hışımla girene kadar.
                “Şimdi dinle.”
                Siyah çantanın içinden bir gitar çıkardı.
                “Bunu nereden buldun?”
                “Ben bulurum.”
                Önce gitarı eliyle bir okşadı. Sanki daha önceden o gitarı tanıyor gibiydi; ama hiçbir zaman onu bu gitarla görmemişti. O yüzden onun olmadığına emindi. Çocuk kendi kendine akortlara basarken, kız onun hiç eline almadığı gitara yaklaşımına hayran olmakla meşguldü.
                “Heh, başlıyorum. Dinliyor musun?”
                Kız başını “Evet” diye salladı ve melodi çalmaya başladı. O mırıltılardan çok farklıydı bir kere. Çok garip bir büyüsü vardı ve o notaların birleştirilmesinin yanı başında gerçekleşmiş olması ona garip bir gurur vermişti. Sanki o notalarda kendisinin de bir katkısı olmuştu. Belki de yanılmıyordu ve gerçekten bir etkisi olmuştu çocuğun sanatında.
                Parça bitince çocuk kıza yorum bekler gözlerle bakmaya başladı. Kız ise o anda yapmayacağı bir şey yaptı. Ayağa kalktı, çocuğun yanına oturdu ve onu uzun bir şekilde öptü. Başta bunu beklemeyen çocuk, daha sonra gitarını kenara bıraktı ve kızın bu hareketine cevap verdi. O gece tren birçok güzel köy geçti, bazı insanlar evlerinin pencerelerinden trene el salladılar; ama onların kompartımanından kimse dışarı bakmadı.
                Sabahın erken saatlerinde tren varınca, onlar da uyandılar. Birbirlerine gülümsediler ve eşyalarını toparladılar. Tam trenden inerlerken çocuk kıza döndü:
                “Şey, ben senin adını bilmiyorum.”
                “Ben de seninkini bilmiyorum; ama bilmek de istemiyorum.”
                “Sanırım ben de.”
                Son kez birbirlerine sarıldılar ve öylece farklı yollara gittiler.
                Aylar sonra bir gün adını bile hatırlayamadığı bir şehirde, kız bir melodi duydu ve ona doğru yöneldi. Tanıdık bir melodiydi bu. Müziğin kaynağına gelince de, çalanın tanıdık bir sima olduğunu gördü. Şarkı bitince bu tanıdık sima oturduğu sandalyeden ayağa kalktı bir grup insanın alkışları arasında.
                “Bu şarkıyı adını hiç öğrenemediğim; ama aşık olduğum kız için yazmıştım.”
                Kız önce çocuğa koşup burada olduğunu söylemek istedi; ama sonradan vazgeçti.
                Aynı esnada çocuk kızı kapının eşiğinde müziği dinlerken gördü, onun yanına koşmak istedi; ama sonradan vazgeçti ve öylece uzaklaşmasını sessizce izledi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder