3 Ağustos 2011 Çarşamba

Pamuk Şeker

Söylemek istediğim üç-beş bir şey vardı. Aldım kucağıma laptopumu, içimden gelenleri yazmaya başladım.
Bu blogu yazmaya başladığımda deli gibi aradığım o şey var ya, aşk denilen o şey, yaşayınca daha da garipmiş be kardeşim. Sahip olamadığın sürece çok farklı şeyler düşünüyorsun aşk hakkında. Pamuk şeker gibidir herhalde diyorsun ya da belki bir margarita pizza. Sonra aşkı bulunca anlıyorsun ki, biraz naneli sakızdan sonra içilen soğuk su, biraz da 100. kattan asansörle düşmenin verdiği his gibi. Şuursuz ve bir o kadar da ilginç bir şekilde heyecan verici.
Bana gelince, ben 100. kattan düşerken bazen "stop" düğmesine basmayı seviyorum. Sırf tırsaklığımdan ha, başka nedeni yok. Kendi kendime bazı şeyleri dert ediyorum; sanki düşmek daha güzel değilmiş gibi. Bazen de bütün tuşlara birden basıyorum, sırf muzurluk olsun diye. Asansörün kafasını karıştırmaya çalışıyorum - kendi kafamın karışmış olduğunu çaktırmamak için.
Hiçbir şey tek başına olmuyor tabii. Naneli sakızdan sonra o soğuk suyu içseniz de, bunu birine anlatmanız, biriyle paylaşmanız gerekiyor. O yüzden, önce biri size o sakızı veriyor; sonra siz daha ne olduğunu anlayamadan soğuk suyu da içiriyor. Bir bakmışsınız: aşık olmuşsunuz. İşte ondan sonra işin çetrefilli tarafı başlıyor. Olmadığınız bir insana dönüşüyorsunuz. Bazen daha takıntılı, bazen daha rahat, bazen daha üzüntülü, çoğu zaman daha manyak. "Yoksa...?" soruları beyninizi dolduruyor ve işin içinden çıkamıyorsunuz.
DURUN! Cidden.
Ya da belki de sadece ben durmalıyımdır ama; neyse....

Aşk, insanlardan daha iyisini hak ediyor, ya da ben bütün bunları hak etmiyorum.

"İçimin ısındığı her anı çöpe attığım ve seni üzdüğüm her sefer için özür dilerim."

19 Haziran 2011 Pazar

Kindar Sürpriz

En son yazdığım şeye baktım ve kendi kendime hafifçe gülümsedim - harbi hafifçe gülümsedim, o kadar çılgınca gülmedim. (bkz: vay şu keratanın dediklerine bakın hesabı bi gülümseme) Sevilmek harbi güzel şey, ona hiç lafım yok. Herkes sevmeli, en azından bi kere. Sanırım daha fazlası da bünyeye zarar, her şeyin fazlasının zarar olacağı gibi. Sonra bir bakmışssınız ki, kalbiniz tuzu fazla bir çorbaya dönmüş; hiç işe yaramaz, çöpe dökseniz yeridir o çorbayı.Tabii her şey sadece sevmekle olmuyor, baya bir şey de öğrenmeniz gerekiyor ki bu en kötü kısmı herhalde sevmenin. Bir insanı tümüyle farklı yönlerinden tanıyorsunuz. En güzel hallerini görürken, en iğrenç hallerini de görüyorsunuz; bazı şeyleri batıyor, gözlerinizi kapatmak istiyorsunuz; bazen oluyor, bazen olmuyor. Bazen kulaklarınızı tıkayasınız gelmiyor ve en sakin gününüzde bile olsanız kulaklarınızı tıkamak yerine açıyorsunuz ağzınızı, yumuyorsunuz gözünüzü. İnsan ilişkilerinin farklı bir boyutunu görüyor, sevdiğinizi kendinizden uzaklaştırmak isterken, bir yanınız da bunu yapmanızı engelliyor. Siz de o an erdemli olmayı öğreniyorsunuz.
En büyük erdem affetmektir derler. Ben katılmıyorum. Kimse kimseyi affetmek zorunda değil bence, bazı şeylerin içerlenmesi taraftarı değilim; ama kimse kimseye geçip "Amma abarttın, unut/affet artık!" diyemez, demesin de. Yüzsüz derler adama. Kendi düşünceme göre, en büyük erdem o affedilmesi gereken şeyi yapmamaktır. Başkasının erdemli olmasını beklemektense, sen o işi yapmayacaksın. Her insan unutuyorum der, unutmaz. Pişirip pişirip önüne koyar.

Ha ben mi? Benim de "her insan"dan hiçbir farkım yok. Ben de öylesine biriyim işte.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Bahar Etkisiyle Yazilmis Bir Cift Soz

Bir insanin basina gelebilecek en guzel sey sevmek herhalde. Insana "insan" oldugunu hatirlatan nadir seylerden biri bence sevgi. Insana vucudunun icinde ondan ayri calisan bir sistem oldugunu hatirlatan bu muzur sey, keske hepimizi bulsa da, hepimiz ne oldugumuzu hatirlayabilsek.
"The greatest thing you'll ever learn is just to love" sozunu ele alirsak (and be loved in return kismina dokunmuyorum) kesinlikle soyleyenin hakli olduguna kanaat getirebiliriz. Sevmek bir yetenektir, bazilarinda dogustan vardir, bazilari sonradan gelistirir; bazilari ise sevmeyi ogrenemeden olup gider. Hicbir zaman o midedeki kelebekleri, kalpteki ziplamalari bilemez bu insanlar. Belki eksikligini bile hissetmezler bunlarin; ama bu dunyaya yarim gelip yarim gitmis olurlar.
Nedense insanlarin birbirlerini sevmesi ve beraber olmalari bana inanilmaz bir mutluluk veriyor. Neden bilmiyorum. Sanirim aska ve sevgiye, onlarin kendilerine inanabileceklerinden daha fazla inaniyorum. Bu yuzden de kalbimi gururla tasiyorum...

17 Nisan 2011 Pazar

Kiralik Adam

Bir gun elbet ona deger verecek o dogru adami bulacagina inandigim en yakin arkadasima...

N'olur sen de inancini asla kaybetme...


Masanin uzeri burusturulmus yuzlerce kagitla doluydu. Hep benzer cumlelerle basladigi mektuplardi bunlar. "Ben" yaziyordu: "cok yoruldum." Biraz bekliyor, ayni cumleyi tekrar tekrar okuyor ve kagidi burusturuyordu. Saatlerce nasil yoruldugunu anlatmak icin dogru kelimeleri aramis olsa da, bir turlu bulamiyordu. O kelimeleri bulamadikca, icindeki hisleri bir turlu atamiyordu. Bir hastalik ki icinde aylar boyunca buyumustu; once kalbini ele gecirmisti - bunu kabul edebilirdi; ama simdi beynini de ele gecirmeye calisiyordu.
Yirtmaktan geriye sadece 2 sayfasi kalmis olan defterinden bir sayfa daha kopardi ve uzerine ilk tanistiklari tarihi yazdi. Her seyi teker teker hatirlayacakti. Belki bu ona aci verecekti; ama baska turlu de onu yasayamayacakti. Bu yuzden, tarihi atti:
Nisan.
Evet aylardan Nisandi. Iste o gun baslamisti her sey. Icinden cikamayacagi her sey o zaman filizlenmeye baslamisti. En guzel duygulari yasamis ve hicbir seyden de korkmamisti.
Mesela bir gun birbirlerini gormuslerdi; ama bir turlu birbirleriyle konusma cesaretini bulamamislardi. Sadece oylece bakismislar; ancak o arada bile bakislariyla birbirlerine bircok seyi anlatmislardi.
Bir an elinden kalemi firlatti. Bunu yapamayacakti. Guzel her aninin kalbinden bir parca goturdugu kesindi. Atmak lazimdi bu aciyi. Iste bu yuzden bir anda oldugu yerden firladi ve kendine kocaman bir kutu buldu.
Yasananlari dusununce bir hayli kucuk bir kutuydu bu; ama bazi seyler icin yeterdi.
Kutuyu yere koydu ve cilginca odasinda "O'nunla" alakali her seyi kutuya atmaya basladi.
"O'nun" sevdigi parfum. Kutuya.
"O'nun en sevdigi kitap. Kutuya. Zaten lanet bir kitapti her satirini onu dusunerek okudugu icin.
"O'nun" en sevdigi dergi.
Bircok seyi kutuya yerlestirdikten sonra, her seyi atsa da "O'nu" tamamiyle kutuya koyamayacagini fark etti. Bir an kafasini acip beynini de kutuya koymak istedi; ama yapamadi. Bir sure sadece kafasina amacsizca vurup canini acitti; ama bunlarin hicbiri ise yaramadi.
Kutuyu yuklendi ve agir adamlarla odasindan cikti, kutuyu coplerin arasina koydu.
Iste bu kadardi.

Zaman her seyin ilacidir derler ya, bir ilac gibi her gun biraz dozu kadar zaman ilaci aldi. Ta ki annesi bir gun ona uzun sure once biraktigi bir seyi geri getirene kadar...
Kutuyu.
Odasindan aceleyle arkadaslariyla bulusmak uzere ciktiginda, annesi kapida elinde ustu tozlu bir kutuyla bekliyordu. Once bir seyler soylemek icin agzini acti; ancak cumlesine baslayamadan kiz annesinin elinden kutuyu cekip aldi.
Icinde neler oldugunu, icine neler yazdigini adi gibi hatirliyordu. Unuttugunu sandigi her sey, teker teker geri geliyordu.
- "Anne, neden?"
- "Senin icin degerli oldugunu biliyordum. Tutmamin daha dogru oldugunu dusundum."
Annesiyle beraber yere oturdular ve kutudakileri teker teker cikardilar.

Gelecekteki kendisine ve "O'na" yazdigi bir mektup:
"Bir gun butun bunlari seninle beraber okumak dilegiyle..."
Kendi kendine guldu ve sakladigi her seye tekrardan bir bakti. O sirada telefonu caldi. Arayan erkek arkadasiydi. Telefonu mesgule verdi ve uzunca sure "O'nun" en sevdigi kitap olan Kiralik Adam'a bakti. Kiralik asklarin adami, kiralik adam...

Ayaga kalkti.
- "Anne rica ederim bunlari yok et, hem de hepsini. Bu sefer son olsun."

Kapiya yoneldi ve kapiyi actigi anda annesi arkasindan seslendi:
- "Sana deger vermeyen nedense gozune hep degerli gozukebilir; ama sana oyle davranan sadece korkagin tekidir. Ben kizimi o korkaklardan daha guclu olsun diye yetistirdim, onlardan birini hep kalbinde tasisin diye degil."

Kiz annesine bakamadan evden cikti ve gozunden bir damla yas suzuldu. Yillarca butun biriktirdiklerini aglayamadigindan sikayetciyken, simdi bir yas digerini takip ediyordu. Sonunda agliyordu ve yuzunde "O'nu" tamamiyle kalbinden atabilmenin gulumsemesi vardi...

12 Nisan 2011 Salı

Kafatası


Hadi biraz defterin dışına çıkalım.
İnsanlığın en büyük sorunu: iletişimsizlik. Gerçekten. Birbirimize dertlerimizi anlattığımızda algılarımızın kapalı olması ve birbirimizi anlayamamamızdır bizi her zaman geride tutacak olan.
İletişimsizlik evre 1: Karşı tarafa mesajı iletememe.
Bir şey anlatırsınız; ama algılar kapalıdır.
Sonuç: Mesaj oraya ulaşamaz.

İletişimsizlik evre 2: Havayla konuşma.
Mesaj iletilir; ama beyne ulaşmadan bir yerlerde takılır ve bütün söylenenler boşa gider.
Sonuç: Karşıdaki sadece “Acaba bir mesaj mı vardı?” der.

İletişimsizlik evre 3: Anlamazlıktan gelme.
Mesaj iletilir, üstüne üstlük anlaşılır; ancak karşı taraf anlamamayı tercih eder.

İletişimsizlik evre 4: Vazgeçme
“Kendimi anlatamıyorum, bari denemeyeyim.” denilen evredir.  

Kafatası gerçekten çok güçlü bir bariyerdir. Siz hiç “kırılan” kafatası duydunuz mu? Damdan düşersiniz; onda da anca anca ezilir. Öte yandan o kafatası o kadar kalındır ki, oradan bir düşünceyi bırakın, bir kelimeyi hatta bir harfi zar zor geçirirsiniz.
İletişimsizlik insanlığın en büyük sorunu. Gerçekten.

9 Nisan 2011 Cumartesi

Bugün

Herkes haklıydı.
Bugün bütün gün konuşulanlar ve daha sonra duyduğum hikayeden sonra, gerçekten neye inanmalıyım tam olarak bilmiyorum.
Yazmak istediğim birçok şey var; ama artık onları nedense kelimelere dökemiyorum. Kafamda sadece sorular kalıyor ve onları da sanırım cevaplayamıyorum; oldukları gibi kalıyorlar. Belki ne olduklarını bile bilmiyorum.
Arkadaşlarımdan birinin bugün anlattığı aşk hikayesinden sonra ve etrafımdakileri de gördükten sonra, gerçekten aşk diye bir şey yok. Artık eminim ben. Herkesin öyle kalbi kırılıyor ki, ben herkes için endişelenmeyi bırakırsam, eminim, ben de her şeyden korkacağım.
İçime bugün böyle öyle şeyler oturdu ki, gerçekten ne demem gerektiğini bile bilmiyorum.
Sadece yazmalıydım.
Yazıyorum.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Benim Hikayem


Blogumdan ne kadar uzak kalmışım yahu! Kendisini çok özlemişim, ne yalan söyleyeyim; ancak kendime yeni bir defter aldığımdan dolayı, bloga yazmaktansa artık deftere yazıyorum. Hem daha bohem oluyor; ileriki zamanlarda kahve ya da çay lekesi de bırakmayı düşünüyorum kağıtlarda. Geri dönüp baktığımda bir nostaljik olurum, fena mı?
Peki ben yokken bu süreç içinde neler oldu? En başta, Amerika’dan – Amerika bile değil – Brown’dan kabulüm geldi. Sonunda istediğim gibi oyunculuk okuyabileceğim, harika değil mi? Yıllardır odamda tuttuğum Oscar heykelciğime az da olsun yaklaşabildiğimi bilmek, bana inanılmaz bir gurur veriyor. Başından beri gitmemi ailem istemezken onlara çaktırmadan başvurumu yapıp yollamam bence en başarılısıydı sanırsam. Her ne kadar yüreğim son zamanlarda gitmeyip, Türkiye’de kalmayı yeğliyorduysa da, kabul mektubunu gördükten sonra bir saniye bile düşünmemem gerektiğini anladım. Ben sadece çok şanslıydım; hem de belki de hayatımda ilk defa çok şanslıydım.
Ölüyormuş gibi konuşmak istemem; ama şu da doğru ki, burada geçireceğim son 5 ayıma girmiş bulunmaktayım. Beş ay sonra sadece üçer ay aralıklarla Türkiye’de olacağım; yani hayatımın çoğunu artık başka bir yerde, hayatımda hiç gitmediğim, hakkında hiçbir fikrimin olmadığı bir yerde geçireceğim. Sanırım bu da tam benlik bir şey: tam bir macera.
Her zaman hayatımın güzel bir hikaye olduğuna inandım. Bu yüzden de hep bir şeylere inandım. Her zaman bir şeylerin gerçekleşmesini bekledim; başıma gelen şanssızlıkların bile “hikayeye daha fazla okur çekmek için” olduğuna kendimi kandırmaya çalıştım. Kabul etmek lazım, bazen öyle bir “drama queen” oluyorum ki, bütün dünyanın benim etrafımda döndüğünü düşünüyor ve hikayeme filmlerden birkaç sahne daha eklemeye çalışıyorum. Bazen olmuyor; ama olsun. Umutsuzluğa kapılıp: “Belki benim hayatımın da kimsenin hayatından farkı yoktur.” diyorum; ancak sonra kendime hatırlatıyorum: Bu benim hikayem ve bana özel her satırıyla.
Gitmeden önce burayı önümüzdeki dört yıl için en güzel şekliyle hatırlamak istiyorum. İyisiyle ya da kötüsüyle, sonuna doğru dünyanın en şanslı kızı olduğum bu öyküyü, daha da güzel tamamlamayı istiyorum. Belki çok fazla şey istiyorumdur; ama buralardan kalbim buruk da gitmek istemiyorum…

28 Mart 2011 Pazartesi

Göğe Bakalım

İnsan YGS bitince tabii böyle azıcıktan da olsa garip bir boşluğa düşüyor. Bugün dersler de baya boş geçtiğinden, edebiyat dersinde  de sohbet edip hocanın varlığını inkar ettik. İlginçtir ki, bir ara hoca yanıma geldi ve elime bir kitap tutuşturarak: "Bu şiiri oku" dedi. Ben de o yüzden onun işlevini üstlenerek size: "Bu şiiri okuyun!" diyorum. 
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları  da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi 
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat 
Durma göğe bakalım 
 
Turgut UYAR

25 Mart 2011 Cuma

Siyah-Beyaz


"You know what's wrong with you, Miss Whoever-you-are? You're chicken, you've got no guts. You're afraid to stick out your chin and say, "Okay, life's a fact, people do fall in love, people do belong to each other, because that's the only chance anybody's got for real happiness." You call yourself a free spirit, a "wild thing," and you're terrified somebody's gonna stick you in a cage. Well baby, you're already in that cage. You built it yourself. And it's not bounded in the west by Tulip, Texas, or in the east by Somali-land. It's wherever you go. Because no matter where you run, you just end up running into yourself."


Her eski bir aşk filmi izleyişimde kendi kendime diyorum ki, sorun aşkın olmaması değil; sorun hayatın siyah beyaz olmaması. Gerçekten. Hayat siyah beyaz olsaydı eminim o filmlerdeki gibi sadece birbirimize sarılıp, aşık olduğumuzu, birbirimizi sevdiğimizi anlar; tek bir kelime etmeden bütün duygularımızı birbirimizle paylaşabilirdik.
Bazen filtreli çekim olurdu. Mesela, sevdiğimizle birbirimize baktığımız anlar buğulu olurdu dünyanın geriye kalanı. Renklerin olmaması, hayatımızı hiç de etkilemez; tam tersine, yapaylığın içinde boğulmaz, olduğumuz gibi davranabilirdik.
Beyazın içinde gizli sözlere gerek kalmazdı belki; belki biraz daha gerçekçi olurduk. Hiç çekincemiz olmazdı. “Ya böyleyse?” demez; olduğumuzu ortaya koyardık. Biraz risk almasını öğrenir, bir şeyler için çok geç olmadan hareket ederdik.
Filmin adının “Tiffany’de Kahvaltı” ya da “Casablanca” olmasına gerek kalmazdı. Sadece bizim kendi filmimiz olur, adı da sadece “aşk” olurdu.


Belki de sadece fazla hayal kuruyorum, ha, ne dersiniz?

20 Mart 2011 Pazar

Karalamalarim No:1

Her insanin hayatta bir varolus amaci var. Artik ondan kesinkes eminim. Bazilarimiz para konusunda basarili olurken, bazilarimiz askta, bazilarimiz huzurda, bazilarimiz da basarisizlikta basarili.
Yillar once bir ruya gormustum. Cok kucuktum; ama dun gibi hatirliyorum o ruyayi. Bir ses bana "Hoslandigin cocuk mu, yoksa derslerin mi?" demisti. Su an kucukluk halimi dusundukce bu ruya bana da komik geliyor ve bilincaltimda olusmaya baslayan seylerin, nasil hayatimi su gune kadar yonlendirebilmis oldugunu goruyorum.
Peki ben nasil cevaplamistim bu soruyu? Tabii ki de basarili olmayi secmistim. Basarili olmak daha zordu cunku sevmekten ve sevilmekten. Emek istiyordu, hayati yonlendiriyordu.
Ben artik ne icin yasadigimi biliyorum. Kararimi yillar once vermisim ben, kapilari kapatmis; kendimi bir yone adamisim. Icimde kalan bir parca hep bir seylere inandi ve hayallerini kurdu. Artik biliyorum ki hayat filmlerden ote. Gercek, hem de cok gercek. Eskiden kim oldugumu bilmezdim, artik biliyorum. Ben hicbir zaman kimseye guvenemeyecegim, arkadaslarima bile.
Insan sinirlarina gore davranmali. Ben de artik oyle davranacagim. Bu konu da burada kapandi.

16 Mart 2011 Çarşamba

Hayaldeki O Ideal Ilk Opusme

Tamam, kabul ediyorum. Ben boş bir insanım- yaaani bazen. Bugün duştaydım ve aklıma saçma sapan bir soru geldi: Acaba kızların akıllarındaki bir erkekle ideal ilk öpüşme nasıldır? Sonra dedim ki kendi kendime, “Deniz merak etmektense birkaç kişiye sormayı deneyebilirsin.”
Alın size cevaplardan birkaçı…
Not: Erkeklerin işi zor.

“Mesela bir odada yalnızken güzel bir müzik, loş ışık filan… Sonra konuşurken öyle boş arkandan gelecek, sarılacak belinden tutarak. Sonra belinden seni çekerek kendine döndürecek ve duvara yaslayacak, önce boynundan öpüp, sonra normal öpmeye başlayacak. İşte bu kadar.”
“Ya sanırım hafiften böyle kavga gibi bir şey sonunda barışırken filan olabilir. … Abi dershaneden geldim şu an, romantik olmasa da her şekilde giderim yani…”
“Sanırım böyle yağmur yağıyor, nefesimiz kesilmiş. Hani böyle konuşamıyoruz, böyle uzaklardan, böyle hızlıca yürüyerek… Hani böyle daha fazla tatmin… Hani daha fazla sarılmak (can’t get enough of him tarzında) Çünkü o kadar artmış kı tansiyon ve zaman, artık dayanamıyormuşuz gibi.”
“Ay spiderman iyiydi; ama bence EN İYİSİ böyle hiç beklenmedik bir anda erkeğin seni kendine çekip öpmesidir.”
“Bence çok ciddi bir tartışmadan sonra olmalı. Hani “Neden bu kadar çok takıyorsun ki?” filan der kız. Çocuk da “Çünkü…” der devamını getiremez. Kız da “Hıh, söyleyemeyeceğini biliyordum; hiçbiriniz söyleyemezsiniz!” der. Çocuk da kız tam giderken kolundan yakalar ve *muck*. Ha bu arada, dışarıda olmalı bu. Sağnak yağmur veya karda”
“İspanya ya da İtalya. Yazın, akşam, hava sıcak; ama esiyor. Üzerimde tiril tiril siyah bir elbise. Kollarımda güzel bileklikler, malum kişiyle. Saçlarım açık rüzgarda uçuşuyor. Mükemmel ama mütevazi bir restoranda akşam yemeği yemişiz. Hesabı ödüyoruz, ikimizin de yüreği pır pır. Bu kişiyle 6-7 sene önce aramda bir şeyler olmuş; ama çıkamamışız, hani olmamış. Neyse dışarı çıkıyoruz. Bir rüzgar esiyor; bir ürperti geliyor bana. Yürürken kollarımı sarıyorum. Sonra o benim üşüdüğümü fark edip, ceketini vermek istiyor. Tabii bu yürüdüğümüz sürece oluyor. Konuşuyoruz, şakalaşıyoruz, gülüşüyoruz. Ben önce kabul etmiyorum ceketi, sonra gülümseyerek tamam diyorum gözlerim yere eğil. Neyse bu arkadan ceketi omzuma asarken, önce boynuma bir öpücük konduruyor. Sonra beni kendine doğru düzeltip, aynı hizaya gelince gözlerimin içine bakıyor. Ben gözlerimi yere eğip utanınca, beni küçük bir şekilde öpüyor. Ama sokakta kimse yok. İnanılmaz güzel bir yaz akşamı. “

Evrenin kralicesi benim!

Blogu fazla boslamisim. Olucak is degil acikcasi. Aslinda yazmiyor degilim, yazmaya devam ediyorum; ancak yayinlamiyorum. Nedense bir guc beni o yayinla tusuna basmaktan alikoyuyor. Belki bu yazdigimi bile yayinlamam, bilemiyorum. Her neyse.
Bazen dunyanin kendi cevremizde dondugunu dusunmek ne kadar da kolay oluyor degil mi? Her seyin "ben" odakli suregeldigini dusunmek, diger insanlarin "ben"den baska amaclari olmadigina inanmak... Bunlarin hepsi hayata biraz daha anlam katmak icin cabalarimiz herhalde. Herkesin farkli farkli seyler ve amaclar icin calistiklarini dusunmek gercekten de isin icinden cikilmaz bir boyuta goturuyor insani.
Paranoyaklik sanirsam hepimizin kaninda var - ki ben paranoyak bir insan degilimdir. Tam tersine karsimdakine aninda inanan bir insanimdir; hayatimda komplo teorilerine pek yer vermem. Ote yandan, insanlari hicbir zaman tamamiyle taniyamayacak olmak da biraz uzucu. "Ya bana boyle derken, baskasina da boyle diyorsa?" sorusu, ne yazik ki, en paranoyak degilim diyen insanin aklina bile eninde sonunda geliyor.
Iste boyle bir anda en guzel kacis, "Evrenin merkezi benim" diyerek oluyor. Merkez siz oldugunuz icin, herkes size calisiyor ve sizden baska bir olusum -kendileri disinda- hayatlarinda olmuyor. Belki de dunyanin en egoistce dusuncesi bu; ama eminim ki her insanin aklindan en azindan bir kere gecmis bir fikirdir bu.
Saat 1.00 olmus. Onumde test kitabi, bugun 20 saate yakin uyudugum icin gozlerim faltasi gibi acik. Etrafimda kimse yok, ne ben kimsenin farkindayim, ne de kimse benim farkimda. Ha, bi de oturmus evren benim etrafimda donuyor diyorum. Kiza bak!

10 Mart 2011 Perşembe

Donemec

Servise binmis kari seyrediyordum ki sunu farkettim: yarin okulun son gunu - uzun bir sure icin en azindan. Saka gibi geliyor insana, birakin 5 senenin nasil gectigini anlamayi, su 7 ayin nasil gectigini bile anlayamadim.
Insanin icinde bir burukluk olmuyor degil tabii. Iyisiyle kotusuyle bu okul, bircok seyi belki de ilk kez yasadigim yer oldu.
Simdi ise baska diyarlara yelken acmanin vakti gibi, bize baska ufuklari gosteriyorlar.
Tek anladigim sey ise, yalan da degil, bir parcam hep burada kalacak. Zaten hangimizin kalmayacak ki?

DÇ'11

6 Mart 2011 Pazar

Her defasında ağlamama neden olan yıllık yazısı

Sanırım arkadaşlarım beni benden daha iyi tanıyorlar ve bunu görmek benim çok garip hissetmeme neden oluyor. Bana inanılmaz gelen bu yıllık yazısını aniden paylaşmaya karar verdim. Her şeyden öte, bana beni tekrar hatırlatıyor.

"Hayal bu ya, çok uzak yerlere gidiyoruz. Yüzümüzde daha bile garip makyajlarla, daha çok insanın önüne çıkıyoruz. En olmadık anlarda kulaklığından yükselen müziğe kötü seslerimizle eşlik edip dans ediyoruz. Ben senin yanlış anlardaki yanlış hareketlerini durmadan taklit ediyorum, sürekli kendimizi oynuyoruz. Oskar heykelciğini kaybedip beni arıyorsun, ben panik olmuyorum bile, çantandadır. Benim hakkımda kimsenin söylemeye cesaret edemediği sırları apaçık yüzüme vuruyorsun, korkuyorum. Sonra biricik drama kraliçem, bir gün "aşk"ı buluyorsun, aynı hikayelerindeki gibi. Üstelik onu o mükemmel fotoğrafı çekmeye ikna ediyorsun. Hayal kurmak bedava, düş güzünle kendi hayatını ve benimkine dokunduğun her parçayı ojelerinde parlak pembeye boyuyorsun. Masallara inanıyoruz. Bir Deniz, bir Ece vardı hiç unutmuyoruz."

5 Mart 2011 Cumartesi

Hey Jude


yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.
                                                        Nazım Hikmet

Bugün dişçiye gittim ve dişimin röntgenini çektirdim. O kadar garipti ki. O röntgene bakınca dedim ki: "Gerçekten ben bu muyum? Vücudum gerçekten ben mi?" Ben vücuduma emretmeden o nefes alıyor, bir çok işi yerine getiriyor, benim yaşamamı ve düşünmemi sağlıyor; ama sanki o farklı bir organizmaymış ve esas "ben"den ayrı çalışıyormuş gibi. Şu anda mesela kim bilir ne mikroplarla savaşıyor antikorlar, hangi hormonlar salgılanıyor ya da hangi hücreler bölünüyor?
Tamam çok fazla biyoloji dersine girmeyeceğim - zaten benim de biyolojim berbat; ama değinmek istediğim noktayı anlatabildim sanırım.
Daha sonra düşündüm de, acaba beni ben yapan bir ruh var mı yoksa gerçekten her şey beyin mi? Acaba benim beynimi alıp başkasının beynine koysalar, "ben" yaşamaya devam eder mi? Deniz diye adlandırdığım, herkesin Deniz diye bildiği şey sadece kafamın içindeki elektrik dalgaları ve kimyasal tepkimelerden mi ibaret? Sanırım öyle. İşte bu an biraz bilim kurgu filmlerine uçtum ve beyin transferi olursa bir nevi ölümsüzlüğe ulaşabileceğimize karar verdim. Sonuçta beyin ölmedikçe, insan da ölmez. Kanser oldunuz diyelim, geçin başka vücuda, nasıl olsa sizi siz yapan beyniniz; kolunuz, bacağınız, tırnağınız değil.
Şu an biraz imkansız gibi görünse de beyin transferi fikri, gelecekte olmayacak iş değil bence; ama bir yandan da şu var ki: ölümsüz olmayı denemektense, neden daha geniş olmaya ve yapabileceklerimizi hayatımıza sığdırmaya çalışmıyoruz ki?
Gılgamışın hikayesi gibi, ölümsüzlüğü bulsam, ölümlü olmayı yeğlerdim demem; ama onun getireceği sorumluluktan kaçıp, "insan" gibi yaşamayı seçerdim.
O yüzden, (biraz klişe olucak ama) her anın kıymetini bilmek lazım. Gerçekten. Bunu inararak söylüyorum. Her şey belki de anlayabileceğimizden çok daha karışık. Belki amacımız çok büyük ya da hiç yok; ama önemli değil. Ele bir şans geçmişken, güzelce kullanmalı.


Ağzında 32 diş yerinde 26 diş olan kızdan sevgilerle...