31 Ağustos 2010 Salı

Hayat...

Bugün gerçekten de karşı cinse olan güvenimi ve saygımı kaybettim- birazcık. Etrafımdaki erkekler beni yarı yolda bıraktı. Gerikafalı insanların olduğu bir ülkede, erkek arkadaşlarımın açık görüşlü olduğunu düşünerek, kendimi şanslı sanırdım. Son iki dersin felsefe olduğu bu günde, ben de yanımda oturan arkadaşıma, evlendiği kadında bekareti arar mı diye sordum. Gerçekten ama düşünücek ve yapacak başka bir işim yoktu. Sadece kafama bir an bu soru takıldı. Tabii aldığım bir cevap, cidden felsefe dersine uygun ortamı sınıfın arka sıralarında oluşturdu.
Arkadaşım beraketin "o kadar" önemli olmadığını; ancak evleneceği kızın bakire olmadığını öğrense hoşuna gitmeyeceğini söyledi. Yani en azından kız arkadaşından "bakire olmasını istemeye" hakkı varmış. Tarafsız olmak istediğinden, kızların de erkeklerden aynı şeyi isteyebileceklerini söyledi. Daha sonra açıklamasında şöyle dedi: "Benden önce birinin olduğunu düşünmek beni üzer."
Her şeye bu kadar mı sığ bakıyoruz? Sadece erkekler için geçerli olan bir durum değil bu. Bir kişinin bizden önce ne olduğu önemli mi? Kendini bize verdiyse ve bizi seviyorsa, bu onun sevgisine karşılık vermek için yeterli değil mi? Materyalist dünyada sevgimize materyalist anlamlar mı katıyoruz? Aşkımızı, sevgimizi ve güvenimizi verirken varlıkçı davranıp, detaylara takılıp, karşımızdakinin hayatındaki "ilk ve tek" mi olmaya çalışıyoruz?
Belki de sadece inanıp, sevgide aramıza mesafeler koymamalıyız.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Son Zamanlar

Son zamanlarda yazdıklarıma bakıyorum da, hep şikayetçi olduğum şu erkek milletinden bahsetmişim. Sonra dedim: Kızım senin hayatında son zamanlarda neler oluyor da böyle şeylere takılıyorsun?! Valla doğru, dershanenin de başlamasıyla içimde sönen hayat ateşini oralarda buralarda tespitler yaparak geçiriyorum; ama biliyorum ki içimde yüzleşemediğim ve derinlere attığım şeyler var. Genellikle hepimiz böyle yapıyoruz, düşünmek istemediğimiz şeyleri en diplere atıyoruz. Eğer gerçekten Inception teknolojisi gelişmiş olsa, büyük ihtimalle Leonardo DiCaprio rüyalarıma girip, bilinçaltımdaki korkunç sırların hepsini gördükten sonra dünyaya hemen dönüp elindeki topacı çevirerek kendine gelmeye çalışırdı.
Sanırım hayatta en iyi yaptığım şey, bir şeylerden kaçmak ve denememek. Bu yüzden ne yaptım? Facebook'umu ve Twitter'ımı kapattım. Kendime kaçacak daha fazla alan verdim ve adını da "hayatıma marjinal değişikliklere gidiyorum" koydum. Hem de daha gizemli bir havam da olmuş oldu. Sertab bile arkamdan "Yok mu bir haber alan, yok mu gören" diyor o derece.
Eğer çözüm bulamıyorsanız size de tavsiye ediyorum, kaçın. İşe yarıyor, en azından şimdilik.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Aksama kadar yazmayip fikirlerimi kendime saklayacaktim ki, bunu yapamayacagima karar verdim. Artik garipligin dibine iyice vurmus bir insan olarak, dershaneden cikip sirtimda tonlarca test kitabiyla caddeye gelip bir yerlerde oturdum. Neyse ki caddede isim vardi ve bu sicakta kendime iskence edicek kadar da kendimi kaybetmedim - henuz. Buzlu limonatamdan yudumlarken, karsimda oturan yakisikli sarisin cocugu farkettim. Vay be dedim kendi kendime, amma da iyiymis.Tam o anda caddeden gecen, yaslari benden en az 2 yas kucuk olan kizlara gozu takildi bu gencin. Bu arada da kendisi en az 22 yasinda. Hadi bakalim dedim kendime. Gecen kizlardan birinin bacaklarina kitlenen bu yakisikli, kizlarla berabber oldugu koltukta done done bir hal oldu. Sonra da kizin bacaklarinin guzel oldugunu, ancak kucuk oldugunu soyledi : " abi kizin bacaklar iyiymis de kucuk baya." Iste hayattaki garip paradokslardan biri. Yakisikli hala karsimda oturuyor; ama artik ozguveniyle ilgili aklimda soru isaretleri olusturmus bir insan olarak. Daha sonra caddeye bakiyorum ve ustu acik BMWsi ile yuzyil apaci bir adam sokakta gecen kizlara laf atiyor..

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Dip Boyası

Bugün eve dönüyordum ki bir olaya şahit oldum. Aslında ülkemizde çoğu zaman gerçekleşen ve pek de şaşırtıcı olmayan bir şeydi bu; ama nedense bu sefer bu durumu kelimelere dökmek istedim.
Sırtımda 30 kiloluk çantamla sokakta yürüyordum, sarı boyalı; fakat dip boyası gelmiş olan genç bir kızın yürüdüğünü gördüm. Dedim neden ülkemizde saçlar bu kadar sarıya boyatılıyor be kardeşim?! Ondan sonra karşıdan gelen 3 tane erkek, kafalarını baykuş misali 360 derece çevirip bir yere doğru bakmaya başladılar. Ne olduğunu anlamayıp ben de baktıkları yöne kafamı çevirdim ve dip boyası gereken kıza baktıklarını farkettim. Sonra kendi kendime sordum: Nedir bu ülkemizdeki erkeklerin gerçekçi bile görünmeyen sarı boya zaafı?
Güzel boyalı saç vardır; göze çarpmaz ve ancak bakımlı kadınların altından kalkabileceği bir şeydir güzel boyalı saç. Bir de bugünkü gibi platinium saçın altından çıkan siyah saç vardır, işte o bir durum değil, bir kişilik sanırsam. Demet Akalın'ın başlattığı; ancak gerçekten de bakımsız görünen bu moda ve modanın sembolü olduğu kişilik.
Ne olursa olsun, eğer bu kızların erkek bulma şansını arttırıyorsa platinium korkunç saçları, kızları da suçlayamam; ama onlara şöyle bir uyarım var: Küreselleşme sayesinde Türk erkekleri gerçek sarışınlara ulaşacak ve gerçek rengin peşinden gideceklerdir. O zamana kadar erkekleri kafaladınız kafaladınız, kafalayamadınız...

20 Ağustos 2010 Cuma

Şarkı Sözleri

Rihanna - Hard
Rihanna:
Where them girls talkin trash at? x2 Where they at? x3
Where them bloggers at? x2 Where they at? x3
Where your lighters at? x2 Where they at? x3
So hard, So hard, So hard, So hard


Ben ne anlarım:
Put down girls talkin trash. Put down girls takin trash. Verdiye verdiye verdiye
When the block goes down. When the block goes down. Verdiye verdiye verdiye
When your light goes out. When your light goes out. Verdiye verdiye verdiye
So hard, so hard, so hard, so hard.


Şimdi hepimiz elimizi vicdanımıza koyalım ve şunu kabul edelim. Türkçe olmayan şarkıların sözlerini bir güzel sallıyoruz ve sonra da internetten sözlerini merak edip baktığımızda da: "Amma da sallamışım be kardeşim. Ne diyomuş ya burda!?" diyoruz. Neden Türkçe dışında dedim de İngilizce demedim, onu da açıklıyayım. Etraftakileri bilmem ama Alors on Dance ve We Speak No Americano gibi İngilizce olmayan şarkının sözlerini de harika sallıyorum ve bir güzel de söylüyorum istifimi bozmadan.
Ama öte yandan, beni baya üzen bir durum var. İnsan Türkçe şarkı sözlerini de mi yanlış anlar ya da hiç anlamaz? Burak Yeter'in remixi var Ajda Pekkan'ın Oyalama Beni'si ile ve "oyalama beni, veda et artık, baştan çıkarma, veda et, istersen ----" kısmında şarkıya bir şeyler oluyor, ne dendiği anlaşılmıyor. Ben de oralarda bir şeyler sallıyorum. Dinleyenler bana hak vericeklerdir, Ajda ne diyo anlaşılacak gibi değil. (Not: Şu anda arka planda çalıyor ve cidden anlamıyorum. Üstüne bir de şarkı oraya gelince moralim bozuluyor; çünkü moda girmişken, orada durmak zorunda kalıyorum.)
Serdar Ortaç'ın şarkılarında da anlayamadığım ve uydurduğum binlerce yer var; ama bu konuda gerçekten geçilmez isim: "Hande Yener". Şarkılarını hızlı hızlı ve "Ğiiiistanbula" şeklinde söylediği için, kelimeleri idrak edemeyip, yerlerini kendim dolduruyorum.
Bir dinleyici olarak bu durumda olmaktan hiç memnun değilim ve ey sanatçılar, suç bizde değil SİZDE!

"Şu dilime kolay ama yüreğime zor bi durum. Kısa yolu bulamadı yine aramız uçurum. Bugünü höböbööböbö. Zaten bu kafada değil seni evi bile zor bulurum."

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Sonlar ve başlangıçlar

Çok yoruldum be kardeşim bugün. Ciddi ciddi yıllardan sonra bugün oturup test filan çözdüm; aklıma 8. sınıftaki günlerim geldi. O zaman daha kolaydı tabii her şey, 25er sorudan 100 soru ve 120 dakika. O zaman bi de yetiştiremeyenlerimiz vardı. Şimdi sınavın kaçar soru, kaçar dakika olduğunu görünce insanın gülesi geliyor. Tek olay o da değildi, 8. sınıf hepimiz son kez birlikte olacağımızı bildiğimizden her anının tadını çıkara çıkara geçirdiğimiz bi yıldı. Hayatımın en güzel yılıydı bile diyebilirim. Dersaneden önce pizzalar, pastalar mı yemedik? Okulun içindeki markete kaçıp, burn içip - ki burn un sarhoş edebileceğini düşünüyorduk- sonraki derslerde durmadan gülmedik mi? Hocaya bakıp, içimizden sinek sesi çıkarıp, suçları başkalarına mı atmadık? Hele hatırlıyorum, biri kara burn döküp, yiyip, tadının güzel olduğunu söyleyince, hepimiz kara burn döküp yemiştik. Anaokulun oyuncak tulumbasıyla su savaşı yapmış, sonra da Ahmet Hoca'ya (kendisi en harika müdür yardımcısıydı herhalde) yakalanmıştık. Sonra bize kızar diye beklerken, bizi dersten muhaf sayıp, saç kurutma makinesi ve kıyafet vermişti.
Bunların günümüzle alakası ne? Sanırım sonlar, başlangıçlardan daha özel oluyor ve şu sene de bir son, bunu bugün düşünürken farkettim. Okulla ilgili güzel anılarım saysam bitmez; ama sonsuza dek hatırlayacağım böyle anılarımın bu sene olacağını umuyorum. Gould'dan bir daha geçemeyeceğiz hiçbirimiz mezun olduktan sonra. Geçeceğiz; fakat öğrenci olmayacağız. Koca koca mezun "adamlar" olacağız.  Şu anki biz, o anki biz olmayacağız, olamayacağız.
O yüzden bu senenin harika olmasını diliyorum ve hep hatırlamak istiyorum.

17 Ağustos 2010 Salı

Mr. Big

Artık Sex and the City'e ulaşımım yasaklanmalı; çünkü her izlediğimde Mr. Big'e tekrar ve tekrar hayran oluyorum. Adamın çok yakışıklı olmaması; ancak "abso-fuckin-lutely" derkenki tek kaşı havada bir şekilde karizmasını dünyaya yayması beni bitiriyor. Sanırım ayrıca yaşlı erkeklere karşı da bir zaafım var, böyle bir ağırlıkları oluyor yürürken konuşurken. Öte yandan her erkek gibi Big'in de hataları var ve Carrie'ye az çektirmedi; ama kimin hataları yok ki?
Mesela, New York'ta yaşamımı sürdürmeye başladığımda, kapımın önünde bir limuzinin durup, camından birinin bir balon uzatmasını isterdim herhalde. Hayatımda Carrie'nin Mr. Big'ine sahip olmak istemem; ama o vasıflara sahip kendi Mr. Big'imi bulmak için heyecanla bekliyorum.

"I might have to wait, I'll never give up
I guess it's half timing, and the other half's luck
Wherever you are, whenever it's right
You'll come out of nowhere and into my life"   - Micheal Buble

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Operatör Sıkıntısı

Ben geri kafalılardanım sanırım ya da melankolik bir insanım da diyebilirim. Yaklaşık iki ay öncesine kadar Aycell SIM kartı olan biriydim ve gerçekten bırakıp gidemedim o SIM kartı. Çocukluğumu, gençliğimi, bütün anılarımı içinde barındırıyordu. Atılan o mesajlar, konuşulan o konuşmalar... Sanki o kart bütün sırlarımı biliyor gibiydi. Bugün ise denizde 2 saniye açılınca çekmeyen o kartımdan kurtulmaya karar verdim. Bütün anıları gözden çıkarmıştım. Ne yazık ki, o anda da avea beni bırakmadı. Ben de bu yüzden benimle yaşlanan SIM kartımı sattım ve Avea müşteri hizmetlerine: "Bana ya SIM kartımla uyumlu bir blackberry bold verin, ya da ben Turkcell'li olurum..." derim.
Ama ne yapalım, "Turkcellli'nin gücü Turkcell'in çekim gücü" lafı doğruymuş..

Being British

Hayatta beni üzen şeylerden biri, burada bilgisayarımın başında otururken, dünyanın bir yerlerinde harika İngiliz aksanıyla konuşan, çirkin olsa bile karizmatik İngiliz erkeklerinin olması. Böyle hani bazı erkekler olur da aman konuşmasın, öylece dursun dersiniz ya. Bu durumda olay tam tersi, konuşsun zırvalasın ama yeter ki konuşsun.
Peki bu durum böyleyken, Kanal D ne yapmış? Almış, o güzelim aksanları iğrenç bir şekilde seslendirmiş, “YUNAYTIT!” diye bağıran insanları da koymuş. “Fransa’da doğdu, Beşiktaşlı oldu…” melodisiyle West Hamli oyuncuları tekrar yaratmış. Filmi izlenemez hale getirmiş. Artık kültürlere de saygı kalmadı, ne yapalım. Ben West Ham taraftarı olsam – bkz: fanatiği bile demiyorum – gözümden yaş gelirdi herhalde.
Neyse ki filmin gerçeğini izlemiş olan bir insan olarak, filmin içinde yatan asıl cevheri biliyorum. İzlemeyenlere de söylüyorum, filmi normal altyazılı izleyin. Film bir anda anlam kazanıyor ve adamlarla beraber siz de gaza gelip, sizin de etrafa dalaşasınız geliyor.
After all, “It’s not called Soccer (Sokaaa), it’s called football. (fuuutboo)

15 Ağustos 2010 Pazar

Almanla içki konusunda bile kapıştım da olmadı.
Şaka maka yazı da bitirdik. Yani en azından ben bitirdim ve ÖSS denilen iğrenç sınavın stresini 1 yıl boyunca yaşayacak herkes bitirdi. Geri dönüp bakıyorum da, ne yazdı yani. Eğlendik, eğlendirdik; ama şu an pazartesi günü dersaneye gidicek olmanın verdiği rahatsızlık anlatılamaz.
Bugün artık üniversiteli olan diğer arkadaşlarımlaydım ve bu durum bana ne kadar koydu anlatamam. Milletin kafa rahat, lise bitmiş üniversiteli olmuş; benim yarınım bile belli değil be kardeş. Birtanesi girmiş zaten Boğaziçi'ne, diyor bana "Senle beraber okuyacağız ne güzel!". Ah canım ben ne yapıcağımı biliyor muyum ki?
Demin de arkadaşın evindeyken geleceği meleceği konuşunca farkettim, "Ben nasıl büyük adam olucam?" Hele bir de deneme sınavlarında "Emre'nin tedavisi bitti ve oyuna girdi. cümlesindeki anlatım bozukluğunu bulunuz" gibi sorular olan bir sistemin parçasıyken. Kardeşim, Emre'nin tedavisi bitti ve "Emre" oyuna girdi. Mutlu musun şimdi? Ben zaten anlatım bozukluğu olan soruyu anlıyorum. Bana tam tersine cümleler doğru bile görünüyor. Sen anlatım bozukluğu var diye soruları anlamıyosan, senin bileceğin iş. Biz Türk'üz; bizi alavereye dalavereye alışkın yetiştirdiler.
Zorlu bir yoldan önce iyi yaz geçirdim uzun lafın kısası. İçim de rahat, kaç gündür arkadaşlar fal bakıyorlar bana; zorlu bir yolun sonunda en yükseğe çıkıyormuşum. Hadi hayırlısı diyorum ve şu son zamanlarda yaşadığım zorluklara ve başa çıktığım kayıplara rağmen, sahip olduklarıma teşekkür ediyorum.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Şarkılar

Ah şu şarkılar olmasa, her şey daha güzel olurdu. Her şeyi daha çabuk unuturduk eminim. Kafamı dağıtabilmek için artık durmadan Black Eyed Peas ya da Alors on Danse dinliyorum; yoksa arabesk yanıma yenilip, "iki gözüm anlamadım olanııı" şeklinde Serdar Ortaç playlistini açıyorum. Girdiğim modu herhalde anlatmak zor olur; çünkü her şarkısının anlamsız olduğu tescillenmiş biradam olan Serdar Ortaç'ın sözleri bile bu modda anlamlı ve ruh halimi anlatır hale geliyor. Serdar dinlediğim için beni dışlayan arkadaşım Egemen bile artık bununla yüzleşti. Aslında kendisi bile Serdar dinliyor artık benim yüzümden.
Tabii olay Serdar'da değil, her şey insanın kendi içinde bitiyor. İşte bu yüzden ben de içimi çürütmek üzere abuk subuk tektonik müzikler dinliyorum ve üzüldüğümde de ipodumda üzülecek şarkı bulamıyorum. Kendi beynimi çabuk yönlendirilebilir olarak tanımlamam; ama efendim ne diyim müzik çaldı mı hemen beynim o müziğin kontrolü altına giriyor.
Bu yüzden hamileyken bebeğimi techno müzik dinleteceğim ki, doğunca çok ağlamasın.