30 Ocak 2011 Pazar

"Yazar oldum ben" - ya da "olamadım..."

Aşağıdaki işbu hikaye benim çok önceden yazdığım ve varlığını unutmuş olduğum bir hikayedir. Yarışmaya yollamak için hikaye ararken ortaya çıkmış olup, korkunç bir ruh haline sahip olduğumun korkusunu bende salmayı başarabilmiştir.
İşin kötüsü, konuların ve kişilerin gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, hikayenin tarafımdan Aşk-ı Memnu'dan sonra yazılmış olduğu bile düşünülebilir. Neyse daha fazla zırvalamıcam. Siz okuyun işte.

HİKAYE

Gözüne gözlüklerini taktı ve masasının başına oturdu. Artık emindi. O hikayeyi yazacaktı. Aslında birçok sefer aynı şekilde gözünde gözlükleri, yazmaya koyulmuş; ancak bunu başaramamıştı. Bir ara daha ciddi gözlükler bile almayı düşünmüştü. Belki o zaman o hikayeyi yazmanın ciddiyetine bürünebileceğine inanabilirim diye içinden geçirmiş; ama sonunda yine her şeyin kendisinde bittiğine karar vermişti.
Yağmur başladı.
“Bir gün…”
Bir damlayı, diğer bir damla takip etti; ancak başladığı hikayenin devamının gelmesini bırakın, ilk cümleyi bile bitiremiyordu. “Bir gün”de o kadar çok şey olmuştu ki. Nereden başlamalıydı bilemiyordu. Belki de sadece aklına gelenleri yazmalıydı, ya da sadece susmalıydı.
Kafasını baktığı bomboş kağıtlardan kaldırdı ve pencereden dışarı baktı. O yağmurda dışarıda, barınaksız olan insanları düşündü; ancak daha sonra o insanlardan daha savunmasız olduğuna karar verdi. Bazen bir evin çatısının altında olmak yetmiyordu. İnsan kendi vücudu içinde bir yağmura tutulmuşken, kaçacak hiçbir yeri olmuyordu, hele yağmur kolayca bir sele dönüşebilirken.
“Bir gün…”
Neden kalbim bu kadar ağlıyor? diye düşündü. Kim bilir? Belki ruhu yağmura değil, doluya tutulmuş; kendi kendini yiyip bitiriyordu. Bir an sessizlikte sadece kendi kalp atışlarını ve su damlalarının borulara çarpışını duyar oldu. Gözlerini kapattı ve onları dinlemeye koyuldu.
“Bir gün…”
Acaba “O” ne yapıyordur şimdi? Onun gibi olanları kağıda dökmeye mi çalışıyor, yoksa kendini başka yerlerde mi arıyordu? Yoksa her zamanki gibi hayatına devam edip, orada burada başkalarıyla kahkahalar mı atıyordu? Sahte maskelerin arkasında saklanarak, bu oyunu mu oynuyor, yoksa gerçekten bilerek kendini ondan uzaklaştırıyor muydu?
Eskiden Latinler arasında çok yaygın bir hikaye dönermiş. Bir Çingene’yle, zengin adamın aşk hikayesi. Ne kadar komik değil mi? Her kültür sonunda aynı hikayeye varıyor değişik yollarla. İmkansız olan aşkın, imkansızlığa giden farklı yolları. Adam, her şeye sahip, sadece Çingene kızına sahip değil. Kız ona aşık oluyor; ama adam ona inanmıyor. Çingene’yi sadece sokaktan geçen bir adamla yan yana görünce, eline silahını alıyor ve kızı vuruyor. Bu şekilde, sahip olamadığını sandığı şeye en kısa yoldan sahip oluyor. Acı; ama doğru.
Öte yandan, bizim Çingene kızı kanlar içinde öylece yerde yatıyor. Sesi duyan insanlar önce yerdeki kıza bakıyorlar, daha sonra bir Çingene olduğunu görünce onu öylece yerde bırakıp hayatlarına devam ediyorlar. Zengin adam bile uzaktan seyrediyor olanları. Şaheserine gizlice bakıp, kendiyle gurur duyuyor. Gelen geçen adamın elindeki silahı görüyor; ama kimse o adamın kızı vurmuş olacağını kestiremiyor. Daha doğrusu, kestiriyor da, görmemezlikten geliyor.
“Bir gün…”
Ona yazmanın içindeki acıları dindireceğini söyleyen arkadaşını bulmaya karar verdi. Nasıl bir yalandı ki bu? Bir cümleyi tamamlamak bile, bütün anıların tekrar gözlerinin önünden geçmesine neden olurken, anıların hepsini kayda geçirmek işkenceden başka bir şey olamazdı; ama başlamıştı bir kere bu işe. Yarım bırakmayacaktı.
Sesini bile anımsayamadığı bir insana nasıl aşık olabilirdi insan? Gözlerin her şeyi anlattığına nasıl inanabilirdi bir insan? İki kalbin birbirine bu kadar kolay bağlanıp, birbirini anlamadan da farklı bir güçle birbirine kolayca kenetlenebileceğini nasıl düşünebilirdi? Yalan değildi. O “bir gün”de, bunların hepsi olmuştu.
Yazdığı o iki kelimeyi de heyecanla sildi ve onun yerine yeni bir cümleyle başlamaya karar verdi: “Aşık olmaktan hep korkar insan.” Yalan değildi. Bir genelleme de değildi. Herkes aşık olmaktan korkardı; ama bazıları daha korkaktı. Bazıları aşkı kovalamaktan ziyade, aşk tarafından kovalanırlardı. Karşılarındakiler korkak olmasa da, onları korkak hale getirip, bu kaçma sürecine onları da alet ederlerdi.
Birden şimşek çaktı.
Kimsenin ona bunu yapmaya hakkı yoktu. Sevmek acı çekmek değildi. Ona kimse sevmenin acı çekmek olduğunu söylememişti. Onun suçu safça kalbini açmak mıydı?
Ve o şimşeği bir gök gürültüsü takip etti.
O gürültüyle beraber yerinden hışımla kalktı ve babasının odasına koştu. Babasının çalışma odasındaki kasayı açtı ve oradan alması gerektiğini bildiği şeyi aldı. Üzerine montunu geçirdi ve koşarak dışarı çıktı.
Yağmurda belki sadece birkaç dakika, belki de saatlerce koştu. Hiçbir fikri yoktu. Sadece arınmak istiyor ve yağmurun da şimdilik buna yeteceğine inanıyordu. Bazen arabaların önüne attı kendini, bazen önündeki insanları görmedi ve onlara çarpa çarpa yolunda ilerledi. Artık gözlüğü su içinde kaldığından, bu durum önünü görmesini engelliyor; ancak koşmasını sekteye uğratmıyordu.
İşte oraya gelmişti. Adı gibi bildiği yere. Kafasını yukarı kaldırdı ve yanan ışığı gördü. Doğru adrese gelmişti.
Zile bastı. Kalın bir erkek sesi: “Kim o?” diye seslendi.
“Benim.”
Sessizlik.
“Aşağı in.”
Böylece bir bekleyiş başladı ve sonunda yüz yüze kaldılar. Yağmur artık onu rahatsız etmese de, karşındakinin sırılsıklam olmasını görmek ona garip bir mutluluk veriyordu. Artık yalnız değildi.
Cebinden kasadan aldığı şeyi çıkardı ve adama doğrulttu.
“Saçmalıyorsun.” dedi adam.
Kız elindeki silaha baktı ve güldü:
“Kim saçmalıyor? Sen mi, yoksa ben mi?”
Adam silaha doğru kolunu uzattı; ancak kız kendini geri çekerek, silahı daha da sıkı tuttu. Adam duraksadı:
“Şu anda hissettiklerimi söyleyeceğimi düşünüyorsan yanılıyorsun; çünk-”
Bir patlama sesi bütün sokakta yankılandı ve bir vücut öylece yere düştü. Sokaktan geçenler yerdeki cesede ve ona öylece bakan adama baktılar. Kimse neden kızın elinde bir silahla kanlar içinde yattığını ve adamın neden öylece durduğunu anlamadı.
Ya da anladılar; ama anlamazlıktan geldiler.

29 Ocak 2011 Cumartesi

Hollywood Ruyasi

Son zamanlarda hic filme gidememenin acisini kalbimde tasirken, filmlerin fragmanlarini youtubedan takip ederek sinema acligimi gidermeye calisiyorum. - bir de moviemax premierde yarisindan izlemeye basladigim filmler var tabii. Ne yazik ki, o kadar sure sinemaya gitmemis olsam da, izlenesi filmler hic cikmamis gibi. Itiraf ediyorum, en son Inceptiona gittim ve Harry Potter'a da gitmedim. Inception icin dunyanin en guzel filmiydi diyemem, Harry Potterlarin da en basindan filmlestirilmesini gereksiz bulmaktaydim zaten, gitmemekle bir eksik hissetmedim.
Inception... Guzel filmdi, ozellikle gorsel efektleri ile goze carpiyordu; ancak sadece bana mi oldu bilmiyorum; ama filmden ciktiktan sonra sizin de akliniza "yaa ama burada boyle olduysa, surada nasil boyle oldu?" seklinde binlerce soru gelmedi mi? "Inception" dusuncesi cok guzel baslayip, verilen bir gorevin gerceklestirilmesi, Leonardo DiCaprio'nun bilincaltiyla sonlandi ve film insanlarin akillarinin manipule edilebilmesi degil de basit bir ask hikayesi haline geldi. Fakat dedigim gibi yavas cekimler vb. cok basariliydi; ama en iyi ve uyumlu senaryo da degildi.
Asil noktama geleyim... Hollywood filmleri o kadar tekduze olmaya basladi ki, Amerikan "stereotype"lari daha da fazla hayat bulmaya basladi ekranda. "Prada to nada" filminin fragmanini izledim ve bunu farkettim. Zengin iki kiz kardes paralarini kaybediyorlar ve Latin mahallesinde yasamaya basliyorlar. Sanirim hikayeyi anlatmaya devam etmeme bile gerek yok. Klasik beyaz Amerikalinin, Latin Amerikaliya olan bakisi uzerinden islenen binlerce filmden sadece bir baskasi oluyor bu film de. Sonuc olarak, Hollywood politik noktalarin daha da bariz bir sekilde yapildigi bir arac haline gelmis durumda.
"Hollywood ending" diye bir konsept vardir ve filmler o kult ile biter; ama bu o filmlerin bir ozelligidir, filmleri basmakalip hale getirmez. Ya da daha dogrusu getirmezdi. Su anda Hollywood politik noktalarin daha da bariz bir sekilde yapildigi bir arac haline geldi. (Bkz: elime popcornumu alir, kendi hayatimi izlerim, daha az insan uzerine alinir.)
Oyuncu olmak, ozellikle kamera onu oyunculugu yapmak isteyen biri olarak bu sistemin bir parcasi olmak istedigimden emin degilim. Belki de sadece Audrey Hepburn'u ozluyorumdur...

Not: Kimse Oscar adaylarini garipsemesin. Gercekten Oscari en az 30 sene once verdiler. Artik bir filmin, yapim esnasinda Oscar alip almayacagi belli oluyor. (Bkz: hem benim evimde bile Oscar var :))

27 Ocak 2011 Perşembe

Risk Almak

"Never lie, steal, cheat, or drink. But if you must lie, lie in the arms of the one you love. If you must steal, steal away from bad company. If you must cheat, cheat death. And if you must drink, drink in the moments that take your breath away."

Yemiyorum, içmiyorum şu an ve uyumam gerekirken oturmuş blog yazıyorum. Şu anda yaşadığım sinir stresin haddi hesabı yokken, en doğru olanın içimden gelenleri yazmak olduğuna karar vermiş bulunmaktayım. - her zamanki gibi.
Yarın benim için önemli bir gün. Üniversite görüşmesi filan derken, aslında "yarın" bu başvurunun bir şekilde meşrulaştığının bir kanıtı gibi. Kabul edilip gitme ihtimalim düşük olsa da, bir ay önce yaşadığım ikilemi düşündüğümde (bkz: başvursam mı başvurmasam mı ikilemi) iyi ki 31 Aralık 2010 günü oturup bu başvuruyu yazmışım diyorum. Yıllar sonra pişman olmaktansa, bir kaç saatimi, taş çatlasa bir kaç günümü yemiş olurum, daha iyi. (bkz: bir ömrü yememeyi tercih etmek)
Bütün bunları düşünmek daha sonra beni bir noktaya getiriyor ve hayatın ne olduğunu bana hatırlatıyor. Hep anlatılan üniversitedeki sınav kağıdının risk nedir sorusunun altına "risk budur" yazıp çıkan kişiliği takdir etmişimdir. Tabii ki de, sınavdan boş kağıtla çıkılmaz. O kadar da değil; ama hayat aslında risk almak demek. Bazen öyle durumlarda bulabiliyoruz ki kendimizi, seçtiğimiz yolun bizi bırakın nereye çıkaracağını, yolun ne olduğunu bile göremiyoruz; ama yine de o yola baş koyuyoruz.
Seneye bu zamanlarda Amerika'da olabilirim, ya da yine aynı koltukta oturup, Türkiye'deki yaşantımla ilgili bir şeyler de zırvalıyor olabilirim; ama ne yapacağımı bilmemek, bana bu anın önemini gösteriyor adeta. 3 saniye sonra başıma bir şey gelecek diye yaşamayayım mı ya da nasıl olsa bitecek diye bir işe başlamayayım mı? Nefes almaktan korkar hale mi geliyim?
Rüyaları, hayalleri, ve kalpten geçenleri takip etmekse risk almak, hayatımı asla risklerden mahsun bırakamam.

20 Ocak 2011 Perşembe

Son zamanlarda hissettiklerim, ne yapacagimi bilemem, her sey ust uste geldi sanirsam. Butun dengelerimin bozulmasi ve en sonunda en yakin arkadasimin bile bana "ya kal, ya da hayatina devam et" demesi, karar vermem gerektigini bana hatirlatti.
Yorgunum. Karsimdaki insanlarin aniden degismesi ve benim bunlari anlamlandiramam beni yordu. Secimlerimin yanlis cikmasi ve artik sucun da bende olmamasi beni yordu. Yakin arkadaslarimin da bunun farkinda olmasi, "sen iyiyi hakediyorsun" demesi bana yorgun oldugumu tekrardan hatirlatti.
Biktim. Hep bir seyler icin ugrasiyor olmaktan biktim. Karar vermek zorunda olmaktan ve iliskilerin elinde sonunda ak ve kara arasinda bir secim yapma raddesine gelmesinden biktim. Ayni seyleri duymaktan, o duydugum seylerin cozum olmamasindan biktim.
Biriktirdim. Garip (!) dunyamda soyleyemedigim her seyi biriktirdim. Her an onlari soylecek cesareti icimde barindirdim; ama ayni an icinde kaybettim.
Ben vazgecmem. Daha dogrusu kolay kolay vazgecmezdim. Artik vazgeciyorum. Oldugunu sandigim o dunya yok, bir dunya varsa da oldugunu sandigim o insan orada yasamiyor.
Yanildim; ama zaten tanimiyordum, tanimiyormusum.

16 Ocak 2011 Pazar

Editorun Notu

Bugun blogumun benden habersiz uluslararasi calistigini ogrendim. Valla haberim yokmus, kerata yabanci sitelerde benden habersiz link olarak yer aliyormus. Oralara nasil ulastigi hakkinda hicbir fikrim olmadigi gibi, icinde 5 kelimeden fazla ingilizce yer almayan bu blogda, yabancilarin ne buldugu ve neden paylasma ihtiyaci duyacaklari da tartisilir meselelerden. (Zaten blogunu okuyan kac kisi var demeyin, bu soru sil bastan ediyorum - her ne demekse.)
Her neyse. Butun bu ilgincligin aksine, bugun bir sureligine bloga yazmama karari aldim. Boyle kendi kendime yuzlesme dakikalari yasadigim bloga sanirim bir sureligine ihtiyacim yok. Sorunlari cozmektense, paylastigimi farkedip; onlari cozemesem de en azindan yoklarmis gibi davranmaya karar verdim. Ote yandan, ders calismam gerektigini varsayarsak blog yazmakla gecirdigim o 10 dklari, 10 tane matematik sorusu cozmeye vicdanen tercih etmekteyim. Ama acikcasi, ilk nedenim daha agir basmakta.
Demin oturmus muzik dinliyordum. Her zamanki gibi shufflein azizligine ugradim ve su cumleyi duyunca, o cumle de benim icime oturdu. "So I start a revolution from my bed"
Sanirim benim de devrimim icin vaktim geldi.

Bir surelik bu kadar.
Deniz

13 Ocak 2011 Perşembe

Soguk Savas

Bazen oturup dusunuyorum da, sanirim insanlarin bana soyledikleri hakli bir sey var: "Gokten bir klozet dusse, o anca anca Deniz'in kafasina duserdi." Ne yalan soyleyeyim, valla duserdi. Ornegin, piyango bileti aldim, bilet kayboldu. Iddaa oynadim 30 yildir manchester cityi yenen arsenal, yenemedi. Trene binerken kapisi kapandi, kapinin arasinda kaldim. 3 sn ile tren kacirdim, 15 dk sonra gelmesi gereken tren 40 dk sonra geldi. Bir hafta icinde bindigim butun trenler kacarsiz bozuldu. Film editliyordum, editing bitti; ama save tusuna basamadan bilgisayar kapandi. Hmm... Biraz daha dusuneyim. Heh, yemekhanedeki paketli kazandibimden kil cikti. (Igrenc degil mi?) Ondan sonracigima, kazandibi yerine portakal aliyim dedim, portakalin ustunden kocaman bir zimba cikti. Sonuc olarak, bunlar gibi binlerce sey basima geldi; ama artik hatirlayamiyorum bile hepsini.
Her seyin boyle ust uste geldigi anlarda, basimi yukariya cevirip, "NEDEN BEN?" diye sormak istiyorum. Sonra icimden bir ses diyor ki: "Deniz, sen yilmamalisin. Evrene yenilme."

Iste evren, sana karsi geliyorum. Koy bakalim butun kozlarini ortaya, geleceksen gorecegin var.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Baska turlu bir dongu

"Bosver, unut gitsin."
Ne guzel bir tavsiyedir bu yahu. Her durumda soylenebilir, her olayin cozumlerinde yer alir ve belki de gelecek icin en dogru secimdir.
Bu lafi duyan insanlar sinirlenir, "pesinden git" ya da "sunu bunu yap" tavsiyelerini beklerken, basite kacmayi kabullenemez. "Oyle sey mi olur?!" der.
Unutup gidebilirse insan, "bosver, unut gitsin"in mudaimi olur. Ise yaradigini gorup, herkese de bunu asilamaya calisir. Boylece olaylari cozmeme ama onlardan saklanma dongusunun bir parcasi olur.
Ha bi de bunun icinde baska bir dongu vardir, o en fenasidir. Unuttugunu sanan kisi, agzina bir damla alkol koydugunda hicbir seyi unutmadigini farkeder. Buna da unuttugumu sandim ama hicbir seyi unutmamisim dongusu denir. Boyle anlarda "bosver, gitsin" diyen arkadas da satisi koyar ve kendi dertlerini anlatmaya baslar. Sonucta sadece tekelci amca kazanir.

11 Ocak 2011 Salı

Kiyida kosede kalmis bir hikaye

Hani böyle değersiz şeylerimiz vardır, kaybedildikleri ana kadar da değerli olduğunu anlamadığımız değersiz şeyler… Yerden süpürürken onları bir yandan da toplamak isteriz. Çoğu zaman anılarımız olan bu gereksizlere terliklerimize takılan kumlar süsü verir, o kumları evimize getirdiğimiz için lanet ederiz. Sonra zaman gelir ve o kaybolan anıları, o peşimizde sürüdüğümüz minik kum tanelerinin arasında ararız.
Dün gece yatarken aklıma bir şey takıldı. Daha birkaç gün önce yaptığım bir şeyi hatırlayamadım. Hâlbuki çok eğlendiğimi hatırlıyordum; ama nedense kafamı zorlasam da aklıma getiremiyordum olanları. Renkli ışıklar gözümün önüne geliyor ve bir anda dönmeye başlıyorlardı. Günümle ilgili tek hatırladıklarım bunlardı. Biraz üzüldüm açıkçası, daha bu genç yaşımda hafıza kayıpları yaşamam normal değildi.
Olanları anneme anlatmaya karar verdim; çünkü hatırlama çabası içinde, hiçbir şeyi anımsayamıyordum. Anneme iki gün önce ne yaptığımdan emin olamadığımı; ama çok eğlendiğimi hatırladığımı söyledim. Suratıma gülerek baktı ve gençken her şeyi hızlı yaşadığımız için bir şeyleri unuttuğumuzu vurguladı. Öğüt vermeden de beni bırakmadı: Eğer bana aldığı günlükleri kullansaymışım, böyle bir sorunla karşılaşmazmışım. Bense, günlüklere yazmayı sevmediğimden, bu teklifi ciddiye bile almadım.
Gece tekrar yatağıma yattım ve boş boş tavanı izlemeye başladım. İnsanın işinin olmaması güzel şeydi; hem de bir yandan da komikti. Annem beni hızlı yaşamakla bir nevi suçlarken, anlamıyordu ki aslında ben her şeyi ağırdan alıyordum. O anda tavanda yürüyen böceği fark ettim ve içimden bir titreme geçti. Yatağımdan kalkıp, o böceği öldürmek ve tavana bakmaya devam etmek istedim; ancak üşendim ve öylece tavana bakmaya devam ettim. “Hadi yine şanslısın böcek, ah bir üşenmesem ben sana neler yapardım.”
Birden bir ses – hayır hayır - bir beste, adını koyamadığım bir şey kulağımda çınlamaya başladı, ya da çalmaya başladı desem daha doğru olur herhalde. Hafif ve sakinleştirici; ama bir masal müziği. Avrupa’da küçük bir köye gitseniz çalacak türden ya da Roma’da bir film çekseniz arka plandan yavaşça konuya süzülecek bir melodi.
Her şeyden öte, bu gerçek bir ezgiydi. Yaşanmış bir ezgi. Gözlerimi kapayınca tekrar o renkli ışıkları gördüm. Anılarımın geri geldiğini düşündüm bir an. Gözlerimi iyice sıktım ve kendimi görmeye zorladım. Zihnimin yanılsamasını bana yansıtan göz kapaklarımda olanları bulmaya çalıştım ve karşıma hiç beklemediğim bir şey çıktı.
Tanıdık bir yüz; ama kapının altına süpürülmüş bir yüz. Bana bakıp gülümsüyor ve atlıkarıncanın üzerinde benimle beraber dönüyor. Ben ağlıyorum; ama gördüklerimden dolayı o an mı ağlamaya başlamıştım, hiç anlayamadım. O ise gülmeye devam ediyor, hatta kahkahalarıyla etraftakilerin dikkatini bile çekiyor. O yaşta birinin atlıkarıncadan bu kadar zevk alması, çoğu insan tarafından garipsenmiş gibiydi.
Bir anda görüntüler kesildi ve gözlerimi açtığımda böcekle göz göze geldik. Koca gözleriyle bana bakıyor ve bir yandan da bir işler çeviriyormuş gibi ellerini birbirine sürtüyordu. İğrençti; ama bana beni hatırlattı. Yüzleşmeyi hatırlattı. O zaman atlıkarıncadakinin kim olduğunu anladım.
İnsan harika bir yaratık; ama bir o kadar da incinmeye açık. İncinmekten korkan ben, seni dalgalarımla yorup kafamın içinde küçük taneler haline getirdim. Sonra onları denize dağıttım; ama dönerken eve o parçaları da getirdim. Hatırlayamadığıma şaşmadım olanları anımsayınca. En büyük korkumun korkmak olduğunu anladım; çünkü elini uzattığında elini tutmayışımı ve atlıkarıncadan düşüşünü gördüm. Seni öylece orada bıraktım.
Renkli ışıklar ve güzel bir müzik. Seni sevmeseydim, sana bunu yapmazdım; seni orada öylece bırakırdım. Bırakırdım, atlıkarıncada öylece dönerdin saatlerce ve saatlerce …

7 Ocak 2011 Cuma

Yesil, upuzun cimler. Hafif esen bir ruzgar ve cimlerin uzerinde uzanmak. Gozleri kapamak ve dogayi dinlemek. Ucan kuslari, hisirdayan dallari icinde hissetmek.
Garip bir seyler duyumsamak bir an; ama yine de gozleri acmamak. Kararsiz kalmak, guvenmeye calismak, denemek.
Daha sonra bir an bir damla dusuyor tene; ama gozleri acmak yok. Icinde oldugun dunyaya tutunmak en guzeli. En guzeli gozler kapaliyken.

Ikinci damla. Uc. Dort ve bes...

Takiben bir gok gurultusu ve artik cilginca hareket eden cimlerin vahsi ugultusu. Gozleri acmak yoktu belki; ama daha fazla tutunamiyordu insan. Kim oldugunu bilmedigin bir insan icin bir dunyada kaybolmak kolay gorunse de zordu. Hele firtina da cikmisken.

Garip bir seyler oluyor. Gozler aciliyor.

Sen kimsin?

4 Ocak 2011 Salı

Metamorfoz

Insa ettigimiz binalarin arasinda kucucuk kalip, kayip mi olduk? Kim oldugumuzu hatirlamaz hale mi geldik? Saga sola kosarken, neden yasadigimizi ya da en azindan neden yasadigimizi sorgulamayi mi unuttuk?
Icimizden gelenleri saklamayi, bir seylerden kacmayi mi ogrendik? Hayatimizda hicbir degeri olmayan seyleri hayatimizin en ortasina yerlestirmeyi mi benimsedik? Asil degerli olani kaybederken, icimizde yuzlesemediklerimiz yuzunden gitmesine izin mi verdik? Bazen agzimizdan sadece bir kelimenin cikmasi icin saatlerce dusunmemiz mi gerekti? En guzelini soylemek isterken, susmayi mi tercih ettik? Yoksa tanimaktan mi korktuk?
Kendi ellerimizle yarattigimiz canavara mi yenildik?

2 Ocak 2011 Pazar

Başlık bile bulamıyorum - O derece.

Bu yazıyı bugün benimle bu şoku paylaşmış olan arkadaşım Eren'e ithafen yazıyorum.

Ne yalan söyleyeyim, uzun süredir inancım kalmamıştı. Durmadan bir şeyleri sorguluyor, her gece ettiğim o masumane dileklerle dolu duaları yapmıyor; yatağımda konuştukça da, boşa konuşmuşum hissine kapılıyordum. Bugün öyle bir şeyin farkına vardım ki; bir şeylere inanma konusuna çok sert baktığıma karar verdim.
Tam 1 hafta önce dershanedekilerin zoruyla falcıya gittim. (Ne işim var benim falcıda?) Kadın da o kadar alakasız şeyler söylemişti ki, pek umrumda olmadı, tam tersine gitti 15 lira bile dedim. Üstüne üstlük, Eren'le konuşup: "Abi nasıl kandırıldık belli değil, gitti paracıklar, hadi gel iddaa oynayalım bari." şeklinde bir konuşma dahi geçti aramızda.
Kadın bir çok şey söyledi aslında orada, bir tanesine kısmi hak verdim; ama o da bilinmeyecek bir şey değildi. Drama her gencin hayatında olan bir şey; ancak ve ancak, "ailen yeni ev alacak" deyince, ben de içimden kadına gülüp, "yok canıııım" dedim. Daha sonra eve gelip, bunu annemle babama anlatınca kahkahalarla güldüler.

*Dün babam eve gelince yeni bir ev alacağını söyledi.

Bugün Coğrafya dersinde ben yeraltı sularını dinlerken, Eren bana döndü ve sadece: "Deniz, fal." dedi. Evet, haklıydı, "fal". Fal çıkmıştı. Belki şu an delirmiş olduğum düşünülebilir; ama inanılmaz inandım ben bu işe. Belki kadına bir daha gitsem, zırvalayıp alakasız şeyler söyleyecek; ama şu an bana öyle değişik bir his verdi ki, sanırım inanmaya ihtiyacım varmış.