30 Aralık 2010 Perşembe

2010 Macerasinin Sonu

Yine sacma maceralara yol aldigini hissettiginde, kacmali insan o yoldan.
Hep icindeki cocugu dinleyip; saf, oldugu insani ortaya koydukca, o maceralarin sonu gelmiyorsa, durmali insan.
Ucu olmayan, uzak denizlere pupa yelken acildigini farkedince, olmayacak yollara girmemeli insan; hele kara cok uzaktayken.
Kendi dunyasinda sonu guzel hikayelerine kanip, onlari beklememeli; olmayacaklarla yuzlesmeli. Kacmamali. Kalp kirikliklarindan ders almali, gerekirse kabuguna cekilmeli.
Kalbinin anahtarini kendisi bulup, kalbini kapatmali gerekirse. Zamani gelince acarim diye ummali; ama o gunu beklememeli.
Ani geldiginde anlamali insan ve susmali.

Susuyorum.
Beklemiyorum da.
Sadece susuyorum.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Son kez konusuyor ve susuyorum.

Ayni seylerden bir daha bahsetmek bile istemiyorum. Son kez halimden sikayetci oluyor ve daha sonra yoluma devam ediyorum.
Hayatta bir insana yapilabilecek en kotu sey 18 yasinda ondan hayatina yon verecek bir karari vermesini istemekmis, bunu anladim. Geceleri uyuyamamak, dusundukce istahin kapanmasi, ayni konu acildiginda gozden dusmek icin hazirlanan yaslar... Yolumu cizmem icin belki de bunlari yasamam; hayatin kurdugum hayallerden, aklimda uydurdugum film senaryolarindan daha farkli oldugunu anlamam gerekiyordu.
En buyuk iki amacim, uydurdugum bi filmde benimle beraber oynayabilecek biri ve baskalarinin kagida doktugu sahnelerde birilerinin etine kemigine burunebilmekti. Neden "di"li gecmis zaman peki?
Bugun derdimi anlatirken ya da en azindan anlatmaya calisirken sunu farkettim: ben hayatta asktan ve oyunculuktan vazgecemem. Her insan bir seyler icin yasiyorsa, benim ayakta durmamin nedenleri de bunlar. Bunlari bir gun bulabilecegime inanmis olmam; ancak anladim ki, o zaman bu zaman degilmis. Biraz sabretmek lazim sanki ve biraz da zamana birakmak.

26 Aralık 2010 Pazar

Gulyabani

Yataga yatiyorum ve uyuyamiyorum. Icim rahat etmiyor. Karar veremedikce, dogrusu icim rahat olmadikca, bir seyler yuregime sinmedikce, oldugum yerde oylece sayiyorum. Gidip bu kafayi patlatmak ya da kendimi "oralara buralara kosmak" istiyorum.

Bugun abuk subuk bir sekilde falciya gittim, ki ben hic inancli bir insan degilimdir. Sadece olan ana inanirim. Tabii ki de bu soylenenlere de inanmadim ama gariptir ki, gidisimde bir sey duyma ihtiyaciyla gittim. Bu yuzden sonuc benim icin hayal kirikligi oldu: su anda yakinimda olan biri varmis ve sonsuza dek mutlu olacagim birisiymis, resmi dairede sonlanacak bir basari hikayem ve sonuc olarak inanilmaz mutlu gececek bir hayatim olacakmis.

Kadin bakti, bakti ve bakti. "Diyecek hicbir sey yok, her sey cok guzel ve onun acik. Bir yolculuga cikmissin, sonu cok guzel." demekle yetindi. Bunlarin hepsi cok guzel seyler; ama duymak istedigim seyler degiller. Bana "senin derdin yok ki" diyen birini duymak istemiyorum ki ben. Hayatimin sonuna kadar baskalarinin mukemmel diye adlandiracagi yasami da yasamak istemiyorum. Ben beni mutlu edecek seyi istiyorum.

Belki cok fazla sey istiyorum; ama su zor zamanlarimda biraz da destek istiyorum. Beni sonsuza dek sevecek birilerini degil, sadece "buradayim, arkandayim" diyecekleri istiyorum.

Su anda bunlari uzerimde pijamalarim, karsimda yanip sonen cam agaci dururken yaziyorum. Gecen her an beni uzecekse boyle eger, ben su halimle kalmak istiyorum. Isiklar bana huzur veriyor, gercekten. Iste, bu yuzden, zamani durdurmak, yanimda kalacaklari, bir gelip bir kaybolanlarin olmayacaklari bir ortam yaratmak ve "gelecek kaygisi" tasimamak istiyorum.

Belki de sadece haketmiyorum.

22 Aralık 2010 Çarşamba

“The whole of man’s life on the face of Earth can be summed up by that search for his Soulmate. He may pretend to be running after wisdom, money or power, but none of that matters. Whatever he achieves will be incomplete if he fails to find his Soulmate.”

21 Aralık 2010 Salı

Gelecekteki Deniz'e Mektup

"No, I know, I'm no Superman"

 Sevgili Deniz,
Biliyorum, bugün hayatının en önemli kararırını verdin. Şu anda bu mektubu okurken, nasıl bir ruh hali içinde olduğunu ya da nasıl bir ortamda yaşadığını bilemiyorum; tahmin edemiyorum. Bulunduğum noktada gelecek karanlık olmasa da sisli, buğulu.
Belki şu an hayatın boyunca "Masabaşı iş yapmam ben!" demene rağmen; oturmuş, patronunun istediği yazıyı hazırlıyorsun; bir yandan da, beni verdiğim karar yüzünden suçluyorsun. Belki de gerçekten tüm hayatın boyunca seni mutlu edecek tek iş olan oyunculuğu yapıyorsun ve her şey olacağına varacakmış diye düşünerek, hayatın seni getirdiği noktaya seviniyorsun.
Emin ol, hiçbir şey benim için kolay olmadı. Hayallerimden vazgeçmek adına burada kalmayı seçmedim ben; sadece bir şey hatırladım: Ben superman değilim. Birçok şeyi bir anda yapamıyorum; bu noktaya kadar yapabileceğimi sandım; ama yanılmışım. Elimden sadece bir tek iş geliyor.
Senin gelecekte işkolik, gözünde gözlükler, kalem etek giymiş bir işkadını olmaman için elimden geleniyle herkesi uyardım. Oyunculuktan saparsam, onlar bana benim aslında ne olduğumu; sistemin beni olmaya zorladığı kişiden farklı olduğumu hatırlatacaklar. Eğer sen bunlara rağmen hayallerinin peşinden gitmeyip, kolaya kaçıyorsan; o benim suçum değil. Senin suçun.
Ben hep hayallere inandım, her şeyle ilgili. Sen hayallerimden vazgeçtiysen, sen ben değilsin. O zaman ben bile kendimi tanıyamam.
Kafamda hep soru işaretlerinin kalmasına neden olma.


Sevgiler
Deniz

19 Aralık 2010 Pazar

Yine zaman gitme zamani...

Aradan 5 sene gecmis, oldugumdan farkli biri olarak masamin basinda oturmus, basimdan neler gectigini dusunuyorum. Bircok seye ac basladim ben bu okula, yapacak cok sey vardi. Cogunu da yaptim aslinda; ama beklemedigim bircok sey de basima geldi. En yakin arkadaslardan kazik yedim, gun geldi, kendimi karsimdakine anlatamadim, denedim, olmadi. Gun geldi o kadar guldum ki, gozumden yas geldi. Beni tamamlayacak insanlarla tanistim ve kendimle ilgili bilmedigim cok sey ogrendim. Ne olmak istedigimi ve ne oldugumu ogrendim, anladim. Cogu kez kalbim kirildi; ama her seferinde ayaga kalkabilmeyi ogrendim.
Hayallerle geldim, hayallerle cikacagim bu yerden. Bir tek belki de o degismedi benimle ilgili. Hayat o kadar degerli ki, olumsuz yaklasmaya hic degmez, bunu hic kalbimden cikarmamaya calistim. Paulo coelho bir kitabinda insan ruh esini bulunca rahat eder diye yazmisti. Son anda onun suphesini bile yasadim, yakindan uzaktan bu okul bana bunu da yasatti.
Gitmek zor geliyor insana, hele bir de bir devrin kapandigini biliyorsa. Yillik yazilarimiza birbirimizi unutmayacagimizi soylesek de yillar sonra geriye az insanin kalacagi olasi. Keske oldugumuz gibi kalsak, diledigimiz gibi davransak ve en guzel anlarimizla birbirimizi hatirlasak.

19 Aralik 2011

17 Aralık 2010 Cuma

Low Tom-Tom, Floor Tom-Tom, Bass Drum

Ne yapmak istediğimi bir bilsem, bir bilsem.
Yazı yazmayı çok seviyorum; senaryolar, hikayeler yazmayı. Öte yandan hikayeleri okuyup, senaryoların bir parçası olarak onları oynamayı da seviyorum. Her gün bir başka karakter olmak, an geldiğinde odamda oturup, sadece kendimle yüzleşerek içimden gelenleri kağıda dökmek (ya da ekrana dökmek - her neyse) istiyorum. Kendi filmimi çekmek, onu yönetmek, en başına da "UNIVERSAL" 'ın dönen dünyasını yapıştırmak istiyorum.
Bunun için de gitmem gerekiyor buralardan. Uzaklaşmak değil; sadece gelecek için bana daha umut vadeden yere gitmem gerekiyor, o kadar.
Ama ne oluyorsa oluyor, bir yanım da burada kalmam için beni zorluyor. Herkesten uzak bir yaşam sürmektense, sevdiklerimle hayatıma devam etmeyi yeğliyorum bir anda; ama kalbimi ikiye bölmek ve bir yarısını burada bırakmaktan korkuyorum. Bu yüzden, öyle bir hale geliyorum ki, sanki biri "Gitme, boşver" dese, gitmeyebilecekmişim gibi hissediyorum.
Sanırım küçükken bana çok fazla film izlettiler ya da masal okudular, bilemiyorum. Olmuyor. Sanki o uçağa binsem, oyuncu olacakmışım gibi geliyor bana. Sanki Amerika'ya giden herkes oyuncu oluyormuşçasına...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Yasamak Neye Yarar?

Sinavin da verdigi stresle sanirim, insan test cozerken istemeden soruyor kendine: "Neden?" Neden calisiyorum? Neden sistemin istedigi kisilik olmak icin ugrasiyorum? "Basarili olmak" tanimi ne icin basarili? Birine basarili dedigimizde, ona bu sifati hangi kritere gore yakistiriyoruz?
Hayati o kadar hizli yasiyoruz ki, gercekten bir an durup, "Ben neden varim, ne yapiyorum?" diye sormuyoruz bile. Ne oldugumuzdan habersiz, belki baskalarinin bizim icin "dogru" olarak adlandirdigi seylerin etkisi altinda yasiyoruz. Calismakla o kadar mesguluz ki butun hayatimiz boyunca, bir saniyeyi dahi icimizde hicbir tasa duymadan geciremiyoruz. Onu bile kendimize fazla goruyoruz. O zaman da su soruyu sormadan edemiyorum: "Biz bu kadar mi degersiziz?"
En kolayi cevaplayamayacagimiz sorulardan kacmakken, kacmamayi secmeliyiz, secmeliyim. Oturup dusunmeliyim. Bir cevap bulamasam da, aslinda su an oldugumdan daha fazlasi oldugumu bilmeliyim. Sonucta, benim yasamam bana yaramadiktan sonra, kime yarar?

12 Aralık 2010 Pazar

Green Eyes

Çok etkilendim ve bunu yazmak zorundayım.
Birkaç gecedir rüyalarımda bir adamı, bir çocuğu, yüzünü kestiremediğim birini görüyorum. O kadar garip ki, bir anda rüyama alakasız bir şekilde elinde gitarıyla giriyor ve Coldplay'den "Green Eyes" söylemeye başlıyor. Söyleyenin sesi Chris Martin olsa da, rüya esnasında şarkıyı söyleyenin adamın kendisi olduğunu düşünüyorum.
Her gece uyurken (!) kendime sabah kalktığında söyleyenin kim olduğunu hatırlayacağım diyorum; ama uyandığımda aklımda kalan tek şey Chris Martin sesli bir adamın bana şarkı söylediği oluyor. Sanırım gerçekten de o adamı tanımıyorum.
Ama kabul etmeliyim. Etkilenmedim değil. Sonuçta bir insanın karşısına geçip green eyes söyleyen nadir olur herhalde; fakat bu gece de rüyama girerse üzüleceğim artık. Şarkıları boşuna söylüyor. Sabah uyanınca onu hatırlayamıyorum bile. İsterse gerçek hayatta beni yolda ya da bir yerde bulup, bana bu şarkıyı söyleyebilir. Hem beni rüyamda bile bulduktan sonra, gerçek hayatta bulması o kadar da zor olmasa gerek.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Bir Bardak Su - bir hikaye denemesi

Sarılarla morlar. Kırmızı ve pembe,  gökyüzü siyah. Hepsi dönüp dolaşıp, yine beni buluyor. Kaçamadığım gerçeklikler gibi gök yere indi, beni kovalıyor. Ben kaçıyorum, ya da en azından kaçmaya çalışıyorum.Bana uzatılan bir çiçek, benim o çiçeği almam, yanlış anlamam, üzülmem. Yaprakları dökülen bu çiçek, içindeki anlamı kaybeden bir kalp ve senin çiçekleri aslında kime verdiğini bilemeyen ben. Sarılarla morlar. Bazen kırmızı ve pembe; ama gökyüzü hep siyah; çünkü o çiçek hiç olmadı, olamadı.Dün sabah erken kalktım ve üzerime sadece bir ceket geçirerek sokaklarda yürümeye başladım. Arnavut kaldırımlara takıla takıla yürüdüm, bir ara ayağımı bile burktum; ama tüm acılara rağmen yürümeye devam ettim. İlgimi çeken her evin önünde durdum, o eve bir hikaye uydurdum ve bizi oynattım hikayede. Hoşuma da gitti. Kendi kendime bir kapıya bakarken, kapı açıldı ve genç bir kız evi terk etti. Beni fark etmedi bile.Yolun sonunda karşıma sade bir köşk çıktı. O kadar beğendim ki o eskimiş tahtalarını ve yıkılmaya direnen vücudunu, ilk biriktirdiğim parayla o köşkü almaya karar verdim. Seni zorla eve bağlayamam tabii, hem hazır sen de şimdilik vermediğin çiçeklerle beni oyalıyorsun, bana gerçekten verdiğin çiçeklerin olacağı günler için, çatısı altında kalabileceğin bir evinin olacağını bilmeni isterim.Gariptir, birden dikkatimi evin girişindeki bahçe çekti. Solmuş birçok çiçek ve aralarında iki, bilemedin üç tane unutma beni çiçeği. Kendi kendime güldüm. Unutma beni çiçeğiymiş?! Çiçeği olsa ne yazar, olmasa ne yazar, gökyüzü siyah olduktan sonra…“HANFENDİ, DİKKAT EDİN!” Kalın bir erkek çığlığı bir anda düşüncelerimi yarıda kesmeme neden oldu. Adamı göremeden burnuma keskin bir yanık kokusu geldi ve yanıma yanan bir tahta düştü. Arkamı döndüğümde büyük bir grup insanın bana baktığını ve bana elini uzatan bir itfaiyeci olduğunu gördüm. Önce ona, daha sonra yanımda yanan tahtaya baktım ve kafamı iyice yukarı kaldırınca bütün evin alevler içinde olduğunu gördüm. Bu denli ilerlemiş bir yangını fark etmediğime göre saatlerdir o girişte bekliyor olmalıydım.Sarılar ve morlar. Hayır, sarılar ve kırmızılar. Alev kırmızıları, ateş turuncuları, yakıcı bir sarı. Gökyüzü, hala siyah. Şimdi düşünüyorum da; bıraksalardı, evle beraber kül olsaydım. Denedim. Eve doğru bir  adım bile attım, yalan söyleyemeyeceğim; ama itfaiyeci bana bağırmaya inatla devam edince, ona doğru döndüm ve yangından korkuyormuş gibi, beni kurtarması için feryat ettim. Yangın büyüdüğünden koşarak yanıma geldi, beni kolumdan çekti ve evden uzağa fırlattı. Teşekkür edecek vaktim kalmadan benden uzaklaştı ve evi söndüren arkadaşlarına katıldı.Beni bir kenara oturttular, üstüme bir battaniye verdiler ve sakinleştirmeye çalıştırdılar. Yazık. Sakin olduğumu anlayamadılar bile, ben de onlara sakin değilmişim gibi davrandım. Oynadım. Bana bir şey isteyip istemediğimi sordular; seni istediğimi söyleyemedim, onun yerine sadece: “Bir bardak su.” diyebildim.

5 Aralık 2010 Pazar

Yıldızlar

At every moment of our lives we all have one foot in a fairy tale and the other in the abyss.
Paulo Coelho
Eleven Minutes


Her yıldız mı göz kırpar insana? Nasıl anlatsam... Hani bakarsın bir yıldıza saatlerce ve o sanki seni olduğu yere çağırır ya. Tek düze hayatının dışında aslında daha farklı boyutlar olduğunu gösterir sana. İnanamazsın, seninle konuşur gibidir adeta. "Gözlerini aç" der, "Her şeyin dahası var. Hem de hayal edemeyeceğinden fazla." Sonra yine göz kırpar cümlesinin sonunda, söyledikleri adeta bir sırmış gibi.
Bir anda o yıldızın yanında bir başka yıldız belirir, o da çağırır seni. Sonra bir bakarsın, gökyüzü yıldızlarla doludur aslında. Bir yıldız başka gerçeklikleri vaat ederken, bir anda milyonlarca söz belirir gökyüzünde. "Sözler tutulmamak içindir." derler, inanmam. Ya ben bir gün bir yıldıza değersem? O bana göz kırparken, elimi uzatıp onu avcuma alırsam? Belki, o beni yanına alır. O beni uzaklara götürür. Belki o zaman o verilmiş sözleri de görürüm.


2 Aralık 2010 Perşembe

Yilbasi

Bugun o kadar guzel bir sey gordum ki. Hep yazdigim hikayelerdeki asklari begenen ben, iki arkadasimin askini gorup, gozlerindeki isiga tanik oldum.
Bu yuzden her sey sans uzerineyse eger, bu yilbasi biraz sans diliyorum.

25 Kasım 2010 Perşembe

Kıtalararası

Hayatımdan insanlar çıkıp gidince sinir oluyorum. Hele bir de onları bir daha göremeyeceğimi bilince, daha da sinir oluyorum.
Az önce okuldan ayrılan, çok sevdiğim tiyatro hocama bir mesaj attım. Gerçekten benim kendi oyunumu yazmama ve oyunumu yönetmeme o kadar yardımcı oldu ki; onu düşündüğümde aklıma binlerce güzel şey geliyor. Kendisi herhalde oyunu en fazla izleyen insandı; çünkü 3 şovun 2sini tamamiyle izleyip, birinde de sadece başını izleyebilmişti. Kimsenin kalbini kıramazken ben, bana yönetmenliğin kalp kırmak olduğunu gösterip, benim yerime "Deniz size bağırmıyor; ama ben size bağırabilirim" cümlesiyle oyuncuları eleştirirdi. Önceki senelerde oyuncu olduğum zamanlarda bana kattıklarını tartışmaya bile gerek yok zaten. Kendisini gerçekten öğretmeye ve paylaşmaya adamış bir insan olduğu kesin.
Ne yazık ki, artık Türkiye'de bile değil ve hayatımda bir daha eskisi gibi olamayacak. İşte böyle anlarda da kendime sormadan edemiyorum: "Sevdiğimiz insanlar neden hayatlarımızdan gidiyorlar?"
Bencilce olsa da, insanlar bırakıp gidememeli bir yeri bence. En azından ben gidene kadar. Bu şekilde, hep onlarla beraber kalır, mutlu bir yaşam sürerdik. Kimse farklı yollara gitmeseydi, birbirimizi kaybetmezdik.
Onun üzerine biraz daha düşünüyorum ve şunu farkediyorum ki, gerçekte en derinde biliyoruz ki, bizi birbirimizden koparanlar ne farklı şehirler, ne de farklı ülkeler. Bazen nedensizce insanlar birbirlerinin yaşamlarını terkedip, yanyana dursalar bile farklı dünyalarda oluyorlar. O zaman olay şuna dönüyor: İnsanları daha kalbimizde tutmayı beceremezken, onları nasıl sonsuza dek aynı mekanda tutmayı başarabiliriz ki?

23 Kasım 2010 Salı

Guven

"Kendime yalan söylemeye başladığımdan beri kimseye inanmıyorum." - Cingeneler Zamani

Bir insani "guvenilir" diye nasil adlandiririz? Belli ki biz ona guveniyoruz; ama o bize guvenmeseydi bizi yaninda tutar miydi? Biz ona guvenilir sifatini vermeseydik, o "guvenilir" olur muydu?
Guven, zor bir sey. Insanlara inanmak, arkalarinda durmak her zaman ne yazik ki mumkun degil. Dusunceler uyusmayinca, bizi karsimizdaki insana baglayan tek sey ona onceden duydugumuz "guven". Ya da o insani tam tanimiyor da olabiliriz; ama gelecege karsi umutlarimizda ona da yer vermisizdir. Ona inanarak, bir sans tanimisizdir.
Insanlar, birbirlerinin guvenlerini o kadar bosa cikariyorlar ki, insanin inanasi gelmiyor bir sureden sonra. En guvenilesi insana bile bir supheyle bakar hale geliyor. "Bak, belki boyle dusunuyor, ben olsam oyle yapabilirdim" dedigi an, aslinda is karsidaki insandan ote, kisinin kendisinde bitiriyor. Kisiligimizde sakladigimiz karaliklari baskalarina vad edip, alinlarina etiketler yapistiriyoruz.

Guvenmek zorundayim. Baskalarinin ne dedigi ya da icimdeki o kotu dusunen parcanin kulagima ne fisildadigi kimin umrunda?

19 Kasım 2010 Cuma

Kivircik sacli, gulec kiza...

Bu yazimi cok sevdigim bir arkadasim icin yaziyorum. O kim oldugunu biliyor...
Bugun uzun bir sureden sonra disari ciktim ve kafami dagitmak istiyordum. Kafami da dagittim sonuc olarak, eski bir kac yuzu gormek gercekten bana baya iyi geldi.
Guzel baslayan gece, her ne kadar guzel bitti diye adlandirilsa da, ne yazik ki bi arkadasim icin o kadar guzel degildi sanirsam.
Hani bazi insanlar olur, seversiniz bir gun, ertesi gun kacarsiniz. Sevgileriyle size zarar veren bu mahalden, onda neyiniz varsa birakir kacarsiniz. Sevgi muessesesinde terimlesmis bir adi olmasi gereken bu olgu, sanirim hepimizin basina eninde sonunda bir sekilde gelmis ya da gelecek bir durum.
Arkadaslarla bulusuldugunda, hep bu kacilan kisi ucundan kosesinden bir yad edilir ve hayata devam edilir genellikle; ama arkadaslar her zaman gercek duygulari anlatinin gozunden hemen okur; ancak okumamazliktan gelir. Cunku kacana saygi gosterilmelidir.
Onumuzde birer biramiz, gece guzel ilerlerken, "iti an comagi hazirla" mi desem, "iyi insan lafinin ustune" mi desem (pozitif bir yaklasim sergilemek adina) bilemedim, kacilan cocuk oylece karsimiza cikti. Arkadasimin titreyen kollari, kisa surede titreyen bacaklar ve titreyen bir masaya dondu. Bir anda her seyi coktu ve ne yapacagini sasirdi. "O" oradaydi. Onunla ayni havayi soluyordu.
O an dusundum ve aklima su soru geldi: "bir insanin baska bir insana boylesine etki etmeye hakki var mi?" Bence yok. Bence bu bir suc bile sayilabilir; cunku oyle anlarda insan kendisi olmaktan cikiyor, ben de gordum bunu birinci gozden.
Araya mesafeler koymanin ve aski/sevgiyi bilerek kacirmanin ya da askin/sevginin kacmasina izin vermenin cezasini kalp ve vucut cekiyor. Beyin hayatina devam etse de kalp, gunun birinde isyan ediyor ve o garip duygu bedeni ele geciriyor.
"O" cocuga seslenerek sozlerimi bitirmek istiyorum: ya arkadasimin karsisina cikma, ya da adam gibi hayatina geri gir. Gitmenin bile bir adabi olsun.



P.S: kendimi tam bir arabesk Carrie Bradshaw gibi hissediyorum.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Turk Insani ve Celiskiler

Bu aksam Turkiye Hollanda macini izlerken, kendime belirli araliklarla sordugum soru su oldu: "Bunu kendimize neden yapiyoruz?"
Bugun yaptigimiz "bu", amacsizca sahaya mesale atmamizdi. Zaten deplasmanda olan milli maclarda atilan mesale sayisini bir yerlerden bulsam, "Neden bugun de atilinca sasirdim ki?" diye sorardim kendime herhalde.
Aslinda birinci cogul sahis olarak konusmak istemiyorum; cunku o mesaleyi atan insanlarin Turk zihniyetini temsil ettiklerine inanmiyorum. Bize inandirilmaya calisilan sey bu, dogru; ama oldugumuz bu degil. Aramizda boyle olanlar var; ama bu zihniyet "biz" olamaz.
Ne yazik ki, sonunda her sey "bize" mal ediliyor. Bir platformda Turklerle Hollandalilar bir araya geldiginde, her Turk o "mesale atan insan" oluveriyor.
Burada "biz"im tek sucumuz var. O da boyle insanlarin yetismekte olduguna goz yummamiz. Kendi kimligimizden neden kacalim, sirf boyle insanlar adimizi calip icine bos, anlamsiz ve amacsiz bir insan profili yukluyor diye?

16 Kasım 2010 Salı

Kurban Bayrami Ozel

Hadi bugun Kurban Bayrami'nin ilk gunu. (Ne heyecanli) Bu yuzden, "Kurban Bayrami Ozel" elestirimi yapmak istiyorum. Kurban bayramini sevmemem icin yuzlerce nedenim var. Asagidakiler sadece birkaci:
1- "Oleeey en azindan tatil yapiyoruz" diye dusunebilseydim onceki senelerde oldugu gibi, kurban bayramini sevebilirdim. Ne yazik ki test cozmekten, sadece aksam disari cikmalik az bir vakit kaliyor. O yuzden tatilin bana bir yarari yok.
2- O kadar etobur bir insan olmadigimdan, hayvanlarin kesilmesinde icim fena oluyor. Ya tamam, hayvan haklari savunucusu da degilim ama yenmeyecekse, fazlasi kalacaksa, kasapta da kesilmisi varsa, neden yenileri kesiliyor ki? Onlar da canli, yazik onlara. (Dusunuyorum da, aslinda zamaninda Hz. Ibrahim oglunu kesseydi, belki kurban bayramlarinda dunya gereksiz insanlardan bile arinabilirdi, Istanbul'da trafik sorunu kalmazdi filan. Bkz:antihumanist insan parcasi.)
3- Bu madde en onemli madde herhalde. Kucuktum, baya bi kucuktum. Bizim ailede bayramda kurban kesilmez. Bir yere parasi verilir verilecekse. O sene, yan apartmanimiza kurban bayramindan bir ay once seker mi seker bir kuzu geldi. Kurban bayramindan haberdar olmayan ben, kuzu meledikce, kuzuyu pek bir sevmeye basladim. Ben balkona ciktikca, kuzu da meliyordu. Bir ay kuzuyla boyle bir iliski kurduktan sonra, kurban bayraminin 2. gunu o kuzuyu alip, bir yerlere goturduler. Annemlere sordugumda kuzuyu, bana acikca babamin: "kesmislerdir." demesi hayatimi degistirdi. Iste o zaman kurban bayrami benim icin gozden dustu.

Kurban bayraminin tek iyi yani: Agrili bir el opme seremonisinden sonra, insanin cebine giren para. (Tabii, bu enflasyonda "cash" paraya ihtiyac var.)

Yine de o kadar olumsuz bakmayacagim bu bayrama ve en azindan anneannemizi, babaannemizi, dedelerimizi gormemiz icin nedenimiz oldugunu kabul edecegim.

Sonuc olarak, "hepinize iyi bayramlaaar!"

14 Kasım 2010 Pazar

Dogru Yol

Gozlerimi kapayip aciyorum. Belki kendime gelirim diye dusunuyorum.
Ise yaramiyor.
Dogru yolu bulmak bana o kadar zor geliyor ki. Hele bir de beni elimden tutup yonlendiren birisi yokken.
Acaba ne yapsam diyorum. Paulo coelho kitaplarindaki kadinlar gibi mi davransam? Yolunu kaybetmeden, dogru yolun ne oldugunu anlamayan o kadinlar gibi. Yoksa, hollywood filmlerindeki gibi kasimda ya da herhangi bir ayda aski ve sonuc olarak da kendilerini bulan kadinlardan olmayi mi "umsam"?
Saklamak istemiyorum icimden gelenleri, yasamayi paylasmak istiyorum.
Biktim artik paylasmayi bilmeyenlerde yasamayi aramaktan.

12 Kasım 2010 Cuma

Sanirim hayatimin amaci gercekten aski bulmak. Bugun bir arkadasimla konusurken farkettim bunu. Aski buldugum an kendimi de bulacagim, biliyorum. Tek korkum, yanlis insanla beraber olup, kendimi yanlis tanimak.
Askta yanilacagima, yalniz kalirim daha iyi. Bu yuzden, risk almaktan korkmuyorum. Gerekirse buralardan da giderim; ama her sey o henuz tanimadigim ya da belki tanidigim o insan icin.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Sis

Sisten nefret ediyorum. Kimin ne yaptığı belli değil. Dışarıdan bir kadın çığlığı geliyor durmadan, kadına ne olduğu hakkında kimsenin ufacık bir fikri bile yok.
"Allah belanızı versin" bağırışları art arda geliyor ve babam polisi aramamı istemiyor.
Vicdanımı rahatlatmak için bunu yazıyorum. Eğer şu anda bu kadına bir şeyler oluyorsa, en azından onu umursamış olmayı istiyorum. Tabii, ona yardımcı olamamış olmanın rahatsızlığıyla yaşayacağım hep.

31 Ekim 2010 Pazar

Bu Sefer

Bu sefer, bu sefer diye diye dilimde tuy bitti.
Bu sefer.
Lutfen.
Anladin sen onu.

22 Ekim 2010 Cuma

Bu

Çok zorlama.
        Hayat
            Bu.
Ne daha fazlası,
        Ne de daha azı.

                Bu.
Bileceksin
        Sevmeyi.
                Sevgilini değil,
                        Herkesi.
Çünkü olmaz başka türlü...
               

Yaşayamazsın.

19 Ekim 2010 Salı

Himalayalarda'daki Kesis

Insanlar nasil birbirlerinin kalbini bu kadar kolay kirabiliyorlar, acikcasi anlamis degilim. Sevginin var oldugunu soyleyip, ertesi gun sevdiklerini oyle ortada birakip gidebiliyorlarsa, sevginin varligi da sorgulanabilir hale geliyor. Sadece o ikilinin iliskisindeki sevgiden de bahsetmiyorum, genel olarak gercekten birbirimizi sevip sevemedigimiz de bir soru isareti.
"Yasadim diyebilmek icin", once yasamanin degerini bilmek gerekir. Bir an da ancak sevdiginle gecirdiginde anlamlanir. O zaman neden yalanlarla karsimizdakini kandirip, daha sonra da onu kendimizden uzaklastiriyoruz?


Dipnot: Etrafimda kalbi kirilan o kadar insan var ki - hem de karsindakini delice seven insanlar bunlar - bazen himalayalara cikip kesis olmayi dusunuyorum. Hem benim kalbim kirilmaz, hem de kalbi kirilanlari gormeyerek ask diye bi seyin olduguna inanmaya devam edebilirim.

17 Ekim 2010 Pazar

Duymak ya da dinlemek

Yazmam gereken milyonlarca yazı ve yapmam gereken onca iş varken yine de kendime bir iki dakika ayırmaya karar verdim. Dört saatlik uyukuyla ayakta kalmaya çalışıyor olmama rağmen, hala düşüp bayılmadığıma sevinmekteyim. Zaten Murphy kurallarının başında dershanede insanın sabahçı olmasının hep gece geç yatacağı zamanlara denk geleceği gelir. Doğum günü olur, insan sabahçı olur; aile yemeği olur, insan sabahçı olur. Tabii sabahçı olup, eve dönünce uyuyabilirdim; ama dershanede işim olduğundan müdürle, her şeyi rayına sokmam baya bir zaman aldı.
Öyle bir şey farkettim ki bugün, biraz içimin garip olmasına neden oldu. Müdürle konuşuyordum ders programı ile ilgili ve sonra bana kendi hayatını anlatmaya başladı. Anlatacak o kadar şeyi vardı ki; o an anladım: herkesin -en az yalnız görünen insanın bile- bir şeyler anlatmaya ihtiyacı var. Yaşadığımız dünya öyle bir hale gelmiş ki, kimsenin kimseye ne bir şey anlatacak, ne de kimseyi dinleyecek hali ve zamanı kalmış. Hayat koşullarının içinde kaybolup giderken, en çok güldüğümüz ve arkadaşlarımızla olduğumuz anda bile yalnızız; çünkü içimizde konuşmak istediklerimizi daha bastırıyor ve saklı olanlarla şiştikçe şişiyoruz. Bir dinleyen bulduk mu da, hemen o dinleyene sarılıyor ve başlıyoruz anlatmaya.
Zor şey gerçekten dinleyen insanı bulmak; çünkü her insan bir hikaye ve en yolun başında olanın bile hikayesi uzun...

10 Ekim 2010 Pazar

Trenler

Trenleri seviyorum. Her ne kadar bazen tiklim tikis olsalar da, nefes almami engelleseler de, trene bindigimde kendimi guvende hissediyorum. Hele bir de simdi yeni avrupai trenlerimiz var ya, cumhuriyetin ilk yillarinda yapilmis bu yollarda zorlaya zorlaya giden o avrupai trenler, iste onlara binince diger trenlere nazaranla olan sessizligi seviyorum. Tren diyip gecmemeli insan, koltuklari filan guzel ve klimasi bile var.
Sonra bir anda camdan disari bakiyorum ve en sevdigim arkadaslarimin bir kisminin evlerini trenden gorebiliyorum. Her istasyonda nerdeyse bi evim oldugunu biliyorum bu yuzden.
En sonunda kendi evimi goruyorum ve trenden iniyorum.
Arabam olsun isterdim ama ondan ote bir trenim olsun isterdim; cunku trenin bana verdigi guveni hicbir tasitin saglamayacagini biliyorum.
Sunu da biliyorum ki; metroya binmek istemiyorum, duz bir cizgide giderken etrafi gormek istiyorum. Hizla gecen yerleri yasamak istiyorum. Kafami hangi istasyona geldim diye uzattigimda, cok yakin bir arkadasimi kapanan kapinin ardinda gormek istiyorum.

Ben, insanlar ve şarkılar

Bugün duş alırken şunu farkettim ki, dinlediğimiz şarkının modu kesinlikle insanların üzerimizde yarattıkları etkilerle değişiyor. Mutluysak daha mutlu şarkılara, kızgınsak daha nefret dolu şarkılara, üzgünsek üzüntümüzü daha da kamçılayacak şarkılara yöneliyoruz. Tabii müzik sektöründe de her türlü duyguya yer veren şarkılar olduğundan, insan bu konuda kesinlikle şarkı "açı" kalmıyor.
Sonra kendi kendime sordum: "Peki, ben ne zaman ne türlü şarkılar dinliyorum?" İşte bunun analizi de biraz ilginç oldu.
Black Eyed Peas: Milenyum gençliği, teknoloji çocuğuyuz ve yaşasın günümüz pop kültürü!
Coldplay: Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal, en iyisi hiç tükürmiyim ben nasıl olsa bir gün öleceğiz hepimiz.
MFÖ: Atarlıyım ve heyecanlıyım, beni böyle kabul edeceksin. bkz: Sözümü de hiç esirgemem.
Serdar Ortaç: İki notadan bir beste olmayacağı gibi, iki göz bir burundan da adam olunmayacağını evrene haykırmak istediğimde. (Not: Serdar Ortaç'ın bir sanatçı olduğunu savunmayacağım; ama kesinlikle ruh haline iyi geliyor.)
Queen - Bohemian Rhapsody: Başlı başına bir duygu selinin işaretçisi. En başında "ulan yaşam mı bu" diyip insanı sorgu suala yönlendirirken, sonuna doğru "amaaaaan koyver gitsin, ne farkeder ki" dedirten ve kesinlikle 7 dakikanın sonunda insanın kendisini daha iyi hissetmesine neden olan bir şarkıdır bu.
The Kooks: Asi hissettiğim anlarda, sözlerinden pek bir anlam çıkaramasam da kendimi Avrupa'da bisikletin üzerinde bir yerlere giderken hayal ettiren bir grup.
Başlığında "I" ya da "Ben" geçen şarkılar: Egoist anların, "aman tanrım ben ne yaptım?" sorusuyla bütünleştiği zamanlar. "Sorun sende değil de bende"nin bir yansıması.
Başlığında "You" ya da "Sen" geçen şarkılar: Karşı tarafın genellikle suçlandığı, "sen bana ne yaptın?" sorusunun cevaplandığı ve sonunda da "sorun sende değilmiş, bendeymiş" şeklinde biten şarkılar.
Glee şarkıları: Filmsel, zamanın durmasını dilediğim ve şarkı söylemek istediğim anların sadece glee'de olabileceğini bildiğimden, kendimi hayal dünyasına vurduğum müzikal zamanlar.
Zopan apaçi şarkıları: "Beynim çok dolu, boşaltmalıyım." modu.
Stan Getz & Chet Baker - Autumn in NY & Embraceable You: "Dışarıda yağmur yağıyor, duyu patlaması" höbölö höbölö, anlatamıyorum, o kadar fena.

5 Ekim 2010 Salı

İlişkiler ve Blackberry

Bir Blackberry istedim, çok istedim. Oldu. Ancak bazen onu kırıp paralamak istiyorum.
Bir insanla düzgün bir ilişkim olsun, bir insana da derdimi anlatabileyim, adam akıllı anlaşayım istedim, çok istedim. Oldu. Ancak bazen anlaştığımın da kafasını uçurmak istiyorum.

Demet Akalin'in cantasi, benim bavulum

Hani bazen gitmenin zamanidir ya, ilerlemek gerekir. Insan aslinda o zamana kadar gidiyormus gibi yapar, zamani gelince gidicegini bilir cunku. Tarihleri elinden geldigince ileri atar; ama sonunda bir zaman gelir ki, iste o an anlar gercegi. Uzun bir bavul toplama surecinin sonudur bu. Gitmek istemese de bavulunu eline almistir bir kere. Kalmanin luzumu yoktur ondan sonra.Misafirligin kisasi makbuldur derler, biz de birbirimizin hayatinda birer misafiriz aslinda. Kahvemizi ictikten sonra basimiz dik ayrilabilmeliyiz misafirliklerimizden. Iste bunu yapamadigimizdan aylarca bavul hazirlayip, -mis gibi yapiyoruz; ya da gercekten hazirlanmis olanlarin da gitmelerine izin vermeyip bavullarini biz bozmaya calisiyoruz.

"You say goodbye, I say hello." - The Beatles

28 Eylül 2010 Salı

ask hakkinda birkac sey

Ask uzerine sayfalarca yazi yazabilecegimi dusunurken, aslinda cogumuzun ask isimli bu kandirmacaya kapildigini farkettim. Ask, nasil sevgililer gunu ticari bir gun olmussa, erkekler icin de kadinlari etkilemenin "ticari ve biraz da duygusal" bir anlami. Biz kadinlar guzel sozler duyup, sevgiyi en derinden yasamayi ve simartilmayi sevdigimizden, bize her zaman kalbimizi kazanmak icin en avlayici cumleyi soyleyebilen erkekler de "ask" kelimesini yaratmis olmali. Peki neden boyle dusunuyorum? Domates bulmak kolay ornegin, domates her yerde. Elimle tuttum gordum, ama aski gorup eliyle tutan birini gordunuz mu? Al bu da ask diyen birini gordunuz mu? Sevginin bile kesinligi kanitlanamamisken, hepimiz nasil aska inanir ve ask icin yasariz? Ask icin olen yokken, ask icin olmeyi goze alanlarin bos vaatleriyle sevgimizi ayakta tutuyoruz.
Yine de gozlerimizi kapadigimizda askin hayalini kurup, kendimizi sevdigimizin kollarinda dusundugumuzden, insanoglunun sonunun hayirli oldugunu dusunmemekteyim. Gercekten ne hatalarimizdan, ne de baskalarimizin hatalarin ogrenmiyoruz.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Bakış Açısı

Bazen bazı şeyler insana öyle kapak oluyor ki. Açıklayayım. İnsan iki kişinin çıktığını öğreniyor, çok alakasız olduklarını düşünüyor ve "3 hafta sürmez onlar" diyor, daha sonra da "çocuk da zaten kızı sevmiyormuş" cümlesini ekliyor. Sonunda ne oluyor? O çift haftalarca çıkıyor; belki ben yazarken bu yorumu yaptığım çiftlerden biri hala çıkmaya devam ediyor bile olabilir. Bundan çıkarılacak dersin ne olduğunu inanın ben de bilmiyorum. Sanırım gerçekten aşkı en beklemediğimiz insanlar, en beklenmeyecek çiftler birbirlerinde bulabiliyorlar ya da biz onlara aşkı bulamamamızdan ötürü öyle bir bakıyoruz ki, onların birbirlerinde gördüklerini biz bırakın görmeyi, anlayamıyoruz bile.

Belki günün birinde bu yorumları yapmış her insan gibi benim de karşıma biri çıkacak ve benim gözlerimle onu gördüğüm gibi kimse göremeyecek. "Kıskanç" insanlar aramızda sevgi olmadığınının dedikodusunu yapacaklar; ama sanırım aşk denilen şeyin büyüsü de bu. Görüşün değişmesi, maddi manevi.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Kendimiz ve Değiştiremediklerimiz

Genel olarak dış görünüşümüzle oynamayı severiz: saçımızı keseriz, rengini değiştiririz, gözümüze lens takarız, gözlük takarız, kulaklarımızı deldiririz, piercing yaptırırız... Kendimize yeni tarzlar belirleyerek, kendimizi daha iyi hisseder ve özgüvenimizi arttırırız; ama işin kötüsü dışarıdan estetik ameliyatı yaptırıp, tamamiyle başkasına benzesek de özümüzde aynı insan olarak kalır ve olduğumuz yerde sayarız.
İnsan ne yaparsa yapsın, sonuç olarak, kendinden kaçmayı denese de, tek kaçamayacağı şeyin kendisi olduğunu görür. Bu noktada da en önemli şey de herhalde kim olduğumuzu bilmektir. En azından ne olduğumuzu ya da ne olmadığımızı bilirsek, gelip geçici özelliklerimizi değiştirmemize pek de gerek kalmaz.
Bana gelince, ne olduğum hakkında pek bi fikrim yok; ama en azından ne olmadığımı biliyorum. Dün en yakın arkadaşımla yaptığım bir konuşmadan sonra, ne olmadığımı - daha doğrusu olamadığımı - anladım. Bana insanların ellerini tutabileceğimi söyledi, ki ben el tutmaktan nefret ederim. Daha sonra yatağımda uyumaya çalışırken düşündüm ve sevgimi gösteremediğimi, biraz da bundan korktuğumu farkettim. Duygularımı kendime saklamayı sevdiğimi ve gerçekten hissettiklerimi insanlardan saklamayı istediğimi anladım.
Bu durumumun adı var mıdır, bilmiyorum, pek de sanmıyorum. Ben öyle sarılan, öpen ve durmadan sevgi sözcükleri kullanan bir insan değilim; işte bu yüzden ne olmadığımı biliyorum.
Belki bir gün ben de kendimi aşacağım ve değişeceğim; ama şu anda şu noktada olduğum için bile mutluyum; çünkü dünya hissettiklerini bilerek saklayan ve bunun bir sorun olduğunu görmeyen insanlarla dolu. Kendi kendilerini yalnızlıkla doyururken, yıllar sonra hep söyleyemedikleriyle kendilerini hatırlayacak olan bu insanlar...
Düşmanını dostundan daha iyi bil derler, katılmam, önce kendini daha iyi bil; çünkü insanın en büyük düşmanı kendisidir.

9 Eylül 2010 Perşembe

Paradokslar

Hayat o kadar garip ki, ne zaman karsimiza ne cikaracagi belli olmuyor. Bundan karsima birkac ay once karsima birini cikardi ve sanirim o kisi de beni herkesten daha fazla sevdi ve seviyor. Ancak biz kizlarin isi ya da benim isim her seyi zora bindirmek ve bu sevgiden kacmaktir; ancak isin kotu yani bu sefer zora bindirmeme bile gerek yok cunku kendisi benden binlerce kilometre uzakta. Isin komik tarafi yanimda duranlari bazen ondan daha uzak hissedebilmem. Iste hayatimizda karsimiza sevmeye layik insanlar cikinca hep arada bir dert oluyor ve biz de o sevgimizle o sevgiyi hak etmeyenlere yoneliyoruz.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Iste o uzun ince yol

Demisler ki, ayni suda iki kez yikanamazsin. Dogru, ikinci seferde ben ayni ben degil, su da ayni degil.
Her ani geri donusu olmaksizin yasiyor ve bunun farkina bile varmiyoruz. Elimizde olanin degerini bilmeden daha fazlasini ve daha uzun yasamayi diliyoruz.
Insanin yapamiyacagi sey yok bana sorarsaniz, elbet bir gun zamanda geri gidebilmeyi kesfedecegiz. Anilarimiz sadece tecrubeler olucak ve ayni ani binlerce kez yasayarak dogru yolu bulmaya calisacagiz; ama dogru olan bu olmayacak. Cocuklarimizin ya da torunlarimizin bu yasamlari, bizim yasamlarimizdan daha degersiz olacak. Cunku insan olmak bir cukura atlayabilmektir dusunmeden, hata yapip onlari ogrenmek ve en onemlisi 1 kere az ve oz yasayabilmektir. Her benzersiz ani benzersiz olduguna kendini inandirmaktir insan olmak.
Bu yolda yururken yalniz oldugunu sanir insan; ama aslinda hic bir zaman yalniz olmaz. Daha ogrenemedigimiz hayat amacimizi bulma yolunda, hep bizi sevenler olacak. Kendimizi yalniz sandigimiz anda bile, birini dusunmek bizim icimizi isiticak. Ona da ask diyecegiz.
Ask olmadan amacimizi hicbir zaman kesfedemeyecegiz. Bu yuzden hic bir zaman yalniz yurumeyecegiz.

Bu sozlerim yakin zamanda kaybettigim sevgili amcam icin, her nerdeyse bilsin ki su an yurudugu yolda yalniz degil...

31 Ağustos 2010 Salı

Hayat...

Bugün gerçekten de karşı cinse olan güvenimi ve saygımı kaybettim- birazcık. Etrafımdaki erkekler beni yarı yolda bıraktı. Gerikafalı insanların olduğu bir ülkede, erkek arkadaşlarımın açık görüşlü olduğunu düşünerek, kendimi şanslı sanırdım. Son iki dersin felsefe olduğu bu günde, ben de yanımda oturan arkadaşıma, evlendiği kadında bekareti arar mı diye sordum. Gerçekten ama düşünücek ve yapacak başka bir işim yoktu. Sadece kafama bir an bu soru takıldı. Tabii aldığım bir cevap, cidden felsefe dersine uygun ortamı sınıfın arka sıralarında oluşturdu.
Arkadaşım beraketin "o kadar" önemli olmadığını; ancak evleneceği kızın bakire olmadığını öğrense hoşuna gitmeyeceğini söyledi. Yani en azından kız arkadaşından "bakire olmasını istemeye" hakkı varmış. Tarafsız olmak istediğinden, kızların de erkeklerden aynı şeyi isteyebileceklerini söyledi. Daha sonra açıklamasında şöyle dedi: "Benden önce birinin olduğunu düşünmek beni üzer."
Her şeye bu kadar mı sığ bakıyoruz? Sadece erkekler için geçerli olan bir durum değil bu. Bir kişinin bizden önce ne olduğu önemli mi? Kendini bize verdiyse ve bizi seviyorsa, bu onun sevgisine karşılık vermek için yeterli değil mi? Materyalist dünyada sevgimize materyalist anlamlar mı katıyoruz? Aşkımızı, sevgimizi ve güvenimizi verirken varlıkçı davranıp, detaylara takılıp, karşımızdakinin hayatındaki "ilk ve tek" mi olmaya çalışıyoruz?
Belki de sadece inanıp, sevgide aramıza mesafeler koymamalıyız.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Son Zamanlar

Son zamanlarda yazdıklarıma bakıyorum da, hep şikayetçi olduğum şu erkek milletinden bahsetmişim. Sonra dedim: Kızım senin hayatında son zamanlarda neler oluyor da böyle şeylere takılıyorsun?! Valla doğru, dershanenin de başlamasıyla içimde sönen hayat ateşini oralarda buralarda tespitler yaparak geçiriyorum; ama biliyorum ki içimde yüzleşemediğim ve derinlere attığım şeyler var. Genellikle hepimiz böyle yapıyoruz, düşünmek istemediğimiz şeyleri en diplere atıyoruz. Eğer gerçekten Inception teknolojisi gelişmiş olsa, büyük ihtimalle Leonardo DiCaprio rüyalarıma girip, bilinçaltımdaki korkunç sırların hepsini gördükten sonra dünyaya hemen dönüp elindeki topacı çevirerek kendine gelmeye çalışırdı.
Sanırım hayatta en iyi yaptığım şey, bir şeylerden kaçmak ve denememek. Bu yüzden ne yaptım? Facebook'umu ve Twitter'ımı kapattım. Kendime kaçacak daha fazla alan verdim ve adını da "hayatıma marjinal değişikliklere gidiyorum" koydum. Hem de daha gizemli bir havam da olmuş oldu. Sertab bile arkamdan "Yok mu bir haber alan, yok mu gören" diyor o derece.
Eğer çözüm bulamıyorsanız size de tavsiye ediyorum, kaçın. İşe yarıyor, en azından şimdilik.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Aksama kadar yazmayip fikirlerimi kendime saklayacaktim ki, bunu yapamayacagima karar verdim. Artik garipligin dibine iyice vurmus bir insan olarak, dershaneden cikip sirtimda tonlarca test kitabiyla caddeye gelip bir yerlerde oturdum. Neyse ki caddede isim vardi ve bu sicakta kendime iskence edicek kadar da kendimi kaybetmedim - henuz. Buzlu limonatamdan yudumlarken, karsimda oturan yakisikli sarisin cocugu farkettim. Vay be dedim kendi kendime, amma da iyiymis.Tam o anda caddeden gecen, yaslari benden en az 2 yas kucuk olan kizlara gozu takildi bu gencin. Bu arada da kendisi en az 22 yasinda. Hadi bakalim dedim kendime. Gecen kizlardan birinin bacaklarina kitlenen bu yakisikli, kizlarla berabber oldugu koltukta done done bir hal oldu. Sonra da kizin bacaklarinin guzel oldugunu, ancak kucuk oldugunu soyledi : " abi kizin bacaklar iyiymis de kucuk baya." Iste hayattaki garip paradokslardan biri. Yakisikli hala karsimda oturuyor; ama artik ozguveniyle ilgili aklimda soru isaretleri olusturmus bir insan olarak. Daha sonra caddeye bakiyorum ve ustu acik BMWsi ile yuzyil apaci bir adam sokakta gecen kizlara laf atiyor..

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Dip Boyası

Bugün eve dönüyordum ki bir olaya şahit oldum. Aslında ülkemizde çoğu zaman gerçekleşen ve pek de şaşırtıcı olmayan bir şeydi bu; ama nedense bu sefer bu durumu kelimelere dökmek istedim.
Sırtımda 30 kiloluk çantamla sokakta yürüyordum, sarı boyalı; fakat dip boyası gelmiş olan genç bir kızın yürüdüğünü gördüm. Dedim neden ülkemizde saçlar bu kadar sarıya boyatılıyor be kardeşim?! Ondan sonra karşıdan gelen 3 tane erkek, kafalarını baykuş misali 360 derece çevirip bir yere doğru bakmaya başladılar. Ne olduğunu anlamayıp ben de baktıkları yöne kafamı çevirdim ve dip boyası gereken kıza baktıklarını farkettim. Sonra kendi kendime sordum: Nedir bu ülkemizdeki erkeklerin gerçekçi bile görünmeyen sarı boya zaafı?
Güzel boyalı saç vardır; göze çarpmaz ve ancak bakımlı kadınların altından kalkabileceği bir şeydir güzel boyalı saç. Bir de bugünkü gibi platinium saçın altından çıkan siyah saç vardır, işte o bir durum değil, bir kişilik sanırsam. Demet Akalın'ın başlattığı; ancak gerçekten de bakımsız görünen bu moda ve modanın sembolü olduğu kişilik.
Ne olursa olsun, eğer bu kızların erkek bulma şansını arttırıyorsa platinium korkunç saçları, kızları da suçlayamam; ama onlara şöyle bir uyarım var: Küreselleşme sayesinde Türk erkekleri gerçek sarışınlara ulaşacak ve gerçek rengin peşinden gideceklerdir. O zamana kadar erkekleri kafaladınız kafaladınız, kafalayamadınız...

20 Ağustos 2010 Cuma

Şarkı Sözleri

Rihanna - Hard
Rihanna:
Where them girls talkin trash at? x2 Where they at? x3
Where them bloggers at? x2 Where they at? x3
Where your lighters at? x2 Where they at? x3
So hard, So hard, So hard, So hard


Ben ne anlarım:
Put down girls talkin trash. Put down girls takin trash. Verdiye verdiye verdiye
When the block goes down. When the block goes down. Verdiye verdiye verdiye
When your light goes out. When your light goes out. Verdiye verdiye verdiye
So hard, so hard, so hard, so hard.


Şimdi hepimiz elimizi vicdanımıza koyalım ve şunu kabul edelim. Türkçe olmayan şarkıların sözlerini bir güzel sallıyoruz ve sonra da internetten sözlerini merak edip baktığımızda da: "Amma da sallamışım be kardeşim. Ne diyomuş ya burda!?" diyoruz. Neden Türkçe dışında dedim de İngilizce demedim, onu da açıklıyayım. Etraftakileri bilmem ama Alors on Dance ve We Speak No Americano gibi İngilizce olmayan şarkının sözlerini de harika sallıyorum ve bir güzel de söylüyorum istifimi bozmadan.
Ama öte yandan, beni baya üzen bir durum var. İnsan Türkçe şarkı sözlerini de mi yanlış anlar ya da hiç anlamaz? Burak Yeter'in remixi var Ajda Pekkan'ın Oyalama Beni'si ile ve "oyalama beni, veda et artık, baştan çıkarma, veda et, istersen ----" kısmında şarkıya bir şeyler oluyor, ne dendiği anlaşılmıyor. Ben de oralarda bir şeyler sallıyorum. Dinleyenler bana hak vericeklerdir, Ajda ne diyo anlaşılacak gibi değil. (Not: Şu anda arka planda çalıyor ve cidden anlamıyorum. Üstüne bir de şarkı oraya gelince moralim bozuluyor; çünkü moda girmişken, orada durmak zorunda kalıyorum.)
Serdar Ortaç'ın şarkılarında da anlayamadığım ve uydurduğum binlerce yer var; ama bu konuda gerçekten geçilmez isim: "Hande Yener". Şarkılarını hızlı hızlı ve "Ğiiiistanbula" şeklinde söylediği için, kelimeleri idrak edemeyip, yerlerini kendim dolduruyorum.
Bir dinleyici olarak bu durumda olmaktan hiç memnun değilim ve ey sanatçılar, suç bizde değil SİZDE!

"Şu dilime kolay ama yüreğime zor bi durum. Kısa yolu bulamadı yine aramız uçurum. Bugünü höböbööböbö. Zaten bu kafada değil seni evi bile zor bulurum."

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Sonlar ve başlangıçlar

Çok yoruldum be kardeşim bugün. Ciddi ciddi yıllardan sonra bugün oturup test filan çözdüm; aklıma 8. sınıftaki günlerim geldi. O zaman daha kolaydı tabii her şey, 25er sorudan 100 soru ve 120 dakika. O zaman bi de yetiştiremeyenlerimiz vardı. Şimdi sınavın kaçar soru, kaçar dakika olduğunu görünce insanın gülesi geliyor. Tek olay o da değildi, 8. sınıf hepimiz son kez birlikte olacağımızı bildiğimizden her anının tadını çıkara çıkara geçirdiğimiz bi yıldı. Hayatımın en güzel yılıydı bile diyebilirim. Dersaneden önce pizzalar, pastalar mı yemedik? Okulun içindeki markete kaçıp, burn içip - ki burn un sarhoş edebileceğini düşünüyorduk- sonraki derslerde durmadan gülmedik mi? Hocaya bakıp, içimizden sinek sesi çıkarıp, suçları başkalarına mı atmadık? Hele hatırlıyorum, biri kara burn döküp, yiyip, tadının güzel olduğunu söyleyince, hepimiz kara burn döküp yemiştik. Anaokulun oyuncak tulumbasıyla su savaşı yapmış, sonra da Ahmet Hoca'ya (kendisi en harika müdür yardımcısıydı herhalde) yakalanmıştık. Sonra bize kızar diye beklerken, bizi dersten muhaf sayıp, saç kurutma makinesi ve kıyafet vermişti.
Bunların günümüzle alakası ne? Sanırım sonlar, başlangıçlardan daha özel oluyor ve şu sene de bir son, bunu bugün düşünürken farkettim. Okulla ilgili güzel anılarım saysam bitmez; ama sonsuza dek hatırlayacağım böyle anılarımın bu sene olacağını umuyorum. Gould'dan bir daha geçemeyeceğiz hiçbirimiz mezun olduktan sonra. Geçeceğiz; fakat öğrenci olmayacağız. Koca koca mezun "adamlar" olacağız.  Şu anki biz, o anki biz olmayacağız, olamayacağız.
O yüzden bu senenin harika olmasını diliyorum ve hep hatırlamak istiyorum.

17 Ağustos 2010 Salı

Mr. Big

Artık Sex and the City'e ulaşımım yasaklanmalı; çünkü her izlediğimde Mr. Big'e tekrar ve tekrar hayran oluyorum. Adamın çok yakışıklı olmaması; ancak "abso-fuckin-lutely" derkenki tek kaşı havada bir şekilde karizmasını dünyaya yayması beni bitiriyor. Sanırım ayrıca yaşlı erkeklere karşı da bir zaafım var, böyle bir ağırlıkları oluyor yürürken konuşurken. Öte yandan her erkek gibi Big'in de hataları var ve Carrie'ye az çektirmedi; ama kimin hataları yok ki?
Mesela, New York'ta yaşamımı sürdürmeye başladığımda, kapımın önünde bir limuzinin durup, camından birinin bir balon uzatmasını isterdim herhalde. Hayatımda Carrie'nin Mr. Big'ine sahip olmak istemem; ama o vasıflara sahip kendi Mr. Big'imi bulmak için heyecanla bekliyorum.

"I might have to wait, I'll never give up
I guess it's half timing, and the other half's luck
Wherever you are, whenever it's right
You'll come out of nowhere and into my life"   - Micheal Buble

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Operatör Sıkıntısı

Ben geri kafalılardanım sanırım ya da melankolik bir insanım da diyebilirim. Yaklaşık iki ay öncesine kadar Aycell SIM kartı olan biriydim ve gerçekten bırakıp gidemedim o SIM kartı. Çocukluğumu, gençliğimi, bütün anılarımı içinde barındırıyordu. Atılan o mesajlar, konuşulan o konuşmalar... Sanki o kart bütün sırlarımı biliyor gibiydi. Bugün ise denizde 2 saniye açılınca çekmeyen o kartımdan kurtulmaya karar verdim. Bütün anıları gözden çıkarmıştım. Ne yazık ki, o anda da avea beni bırakmadı. Ben de bu yüzden benimle yaşlanan SIM kartımı sattım ve Avea müşteri hizmetlerine: "Bana ya SIM kartımla uyumlu bir blackberry bold verin, ya da ben Turkcell'li olurum..." derim.
Ama ne yapalım, "Turkcellli'nin gücü Turkcell'in çekim gücü" lafı doğruymuş..

Being British

Hayatta beni üzen şeylerden biri, burada bilgisayarımın başında otururken, dünyanın bir yerlerinde harika İngiliz aksanıyla konuşan, çirkin olsa bile karizmatik İngiliz erkeklerinin olması. Böyle hani bazı erkekler olur da aman konuşmasın, öylece dursun dersiniz ya. Bu durumda olay tam tersi, konuşsun zırvalasın ama yeter ki konuşsun.
Peki bu durum böyleyken, Kanal D ne yapmış? Almış, o güzelim aksanları iğrenç bir şekilde seslendirmiş, “YUNAYTIT!” diye bağıran insanları da koymuş. “Fransa’da doğdu, Beşiktaşlı oldu…” melodisiyle West Hamli oyuncuları tekrar yaratmış. Filmi izlenemez hale getirmiş. Artık kültürlere de saygı kalmadı, ne yapalım. Ben West Ham taraftarı olsam – bkz: fanatiği bile demiyorum – gözümden yaş gelirdi herhalde.
Neyse ki filmin gerçeğini izlemiş olan bir insan olarak, filmin içinde yatan asıl cevheri biliyorum. İzlemeyenlere de söylüyorum, filmi normal altyazılı izleyin. Film bir anda anlam kazanıyor ve adamlarla beraber siz de gaza gelip, sizin de etrafa dalaşasınız geliyor.
After all, “It’s not called Soccer (Sokaaa), it’s called football. (fuuutboo)

15 Ağustos 2010 Pazar

Almanla içki konusunda bile kapıştım da olmadı.
Şaka maka yazı da bitirdik. Yani en azından ben bitirdim ve ÖSS denilen iğrenç sınavın stresini 1 yıl boyunca yaşayacak herkes bitirdi. Geri dönüp bakıyorum da, ne yazdı yani. Eğlendik, eğlendirdik; ama şu an pazartesi günü dersaneye gidicek olmanın verdiği rahatsızlık anlatılamaz.
Bugün artık üniversiteli olan diğer arkadaşlarımlaydım ve bu durum bana ne kadar koydu anlatamam. Milletin kafa rahat, lise bitmiş üniversiteli olmuş; benim yarınım bile belli değil be kardeş. Birtanesi girmiş zaten Boğaziçi'ne, diyor bana "Senle beraber okuyacağız ne güzel!". Ah canım ben ne yapıcağımı biliyor muyum ki?
Demin de arkadaşın evindeyken geleceği meleceği konuşunca farkettim, "Ben nasıl büyük adam olucam?" Hele bir de deneme sınavlarında "Emre'nin tedavisi bitti ve oyuna girdi. cümlesindeki anlatım bozukluğunu bulunuz" gibi sorular olan bir sistemin parçasıyken. Kardeşim, Emre'nin tedavisi bitti ve "Emre" oyuna girdi. Mutlu musun şimdi? Ben zaten anlatım bozukluğu olan soruyu anlıyorum. Bana tam tersine cümleler doğru bile görünüyor. Sen anlatım bozukluğu var diye soruları anlamıyosan, senin bileceğin iş. Biz Türk'üz; bizi alavereye dalavereye alışkın yetiştirdiler.
Zorlu bir yoldan önce iyi yaz geçirdim uzun lafın kısası. İçim de rahat, kaç gündür arkadaşlar fal bakıyorlar bana; zorlu bir yolun sonunda en yükseğe çıkıyormuşum. Hadi hayırlısı diyorum ve şu son zamanlarda yaşadığım zorluklara ve başa çıktığım kayıplara rağmen, sahip olduklarıma teşekkür ediyorum.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Şarkılar

Ah şu şarkılar olmasa, her şey daha güzel olurdu. Her şeyi daha çabuk unuturduk eminim. Kafamı dağıtabilmek için artık durmadan Black Eyed Peas ya da Alors on Danse dinliyorum; yoksa arabesk yanıma yenilip, "iki gözüm anlamadım olanııı" şeklinde Serdar Ortaç playlistini açıyorum. Girdiğim modu herhalde anlatmak zor olur; çünkü her şarkısının anlamsız olduğu tescillenmiş biradam olan Serdar Ortaç'ın sözleri bile bu modda anlamlı ve ruh halimi anlatır hale geliyor. Serdar dinlediğim için beni dışlayan arkadaşım Egemen bile artık bununla yüzleşti. Aslında kendisi bile Serdar dinliyor artık benim yüzümden.
Tabii olay Serdar'da değil, her şey insanın kendi içinde bitiyor. İşte bu yüzden ben de içimi çürütmek üzere abuk subuk tektonik müzikler dinliyorum ve üzüldüğümde de ipodumda üzülecek şarkı bulamıyorum. Kendi beynimi çabuk yönlendirilebilir olarak tanımlamam; ama efendim ne diyim müzik çaldı mı hemen beynim o müziğin kontrolü altına giriyor.
Bu yüzden hamileyken bebeğimi techno müzik dinleteceğim ki, doğunca çok ağlamasın.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hayat o kadar gelip geçici ki, bazen kendimle ne yapacağımı bilemiyorum. Aynaya bakıp, "Eh sen de bi kaç sene sonra yok olup gideceksin, kimse seni bir daha görmeyecek." diyorum kendi kendime. E doğru. Bu aynayla bakışmalar doğru bir sözün parçası aslında, "ölmek bir ömür sürüyor". Hala yüzleşemedim olanlarla. Doğaya karşı gelmemiz çabasıyla yüzleşemedim. Sonunu bilip yine de yaşamaya devam eden tek cins olarak biz insanlar, hala ayakta durduğumuz her anı, yaklaşan bir sonun habercisi olarak değil de uzaklaştırdığımız sonun müjdecisi olarak görüyoruz.

Öldükten sonra yaşam varsa eğer, en büyük korkum geri dönüp yaşama baktığımda söylemediğim şeyler için üzülmek olacak. "Neden söylemedim ki" ve "keşke" kelimeleri işte bu korkumun temelini oluşturuyor. Ben söylemediklerim için değil, söylediklerim için hatırlanmak istiyorum. İşte böyle düşünüp, her şeyi haykırmak istiyorum; ama karşımdakinin ne diyeceğinden o kadar korkar hale geldim ki, her diyeceğimi yutuyor ve hayatıma bir "keşke" ile başlayan cümle daha ekliyorum.

Birkaç hafta önce çok önemli bir şey farkettim. En büyük korkunun aslında korkunun kendisi olduğunu. İçimden ne geliyorsa yazdım bir yere ve korkmadığımı söyledim. Daha sonra öyle korktum ki düşündüklerimden ve onların hayatımda değiştirebileceklerinden, yazdıklarımı bir yere sakladım.

13 Haziran 2010 Pazar

Bir kayısıyla neler yapılabilir?

1- Yersin.
2- Koklarsın.
3- Kusarsın.
4- Arkadaşına yesin diye verirsin.
5- Annene: "Bak işte yemek yedim, al kayısı." dersin.
6- Toprağa gömersin, kayısı ağacı olur, çevreye yardımcı olursun.
7- Üçüncü kattan çekirdeğini atıp, adamın birinin kafasını yarabilirsin.
8- Suyunu sıkarsın.
9- Kabızsan, yersin, tuvalete rahat çıkarsın.
10- Kokun yoktur, suyunu çıkarıp, koltuk altına-boynuna sürersin.
11- Doğal vücut losyonu diye kullanırsın. (sanki vücut losyonları daha farklı yöntemlerle yapılıyor!)
12- Juggling için ilk adımı atmış olursun.
13- Dilimleyip, kurutursun.
14- Bir arkadaşının kafasına atabilirsin. (neden yaparsın bilinmez.)
15- Sütyeninin içine doldurursun, göğsün varmış gibi olur.
16- Kaç kayısı ağzına sığdırabilirsin diye bakarsın.
17- Ne işe yaradığını düşünerek, finallerine çalışmamak için bahaneler yaratırsın.
18- Meyve sepeti yapar, anneannene götürürsün, sevinir yazıkcağız.
19- Anneannen zorla kayısı yedirirken sana, yemiş gibi yapar; ancak koltuğun altına atarsın.
20- Geviş getirirsin.
21- "Meyve yemiyorsun hiç!" diyen ebeveynlerine bir tanesini gösterip, "yedim işte" dersin.
22- Ezer, sonra dudağına sürersin. Dudaklarını nemlendirir, hem de güzel kokar. Çakma nivea niyeti görür.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Büyümekle Kötüleşmek Arasındaki Doğru Orantı

Öhöm. En başta, yazdığım ilk blog olduğu için nasıl olucağı hakkında kesinlikle azıcık bir fikrim yok. Şu anda baya açım; ama kafaya koydum: bir tane entry yazacağım.
Aklıma son birkaç gündür birşey takıldı, arkadaşlarımdan birinin kurduğu bir cümle bu. "Deniz farkında mısın, biz büyüdükçe etraftaki insanlar kötüleşmeye başlıyorlar?" Hem doğru, hem yanlış. Doğru olan kısmına gelince, insanlar kötüleşiyorlar. Engellenemez birşey bu ve işin kötüsü her seferinde ucu en az kötü olmaya çalışanlara dokunuyor. - bkz: en az kötü olmaya çalışanlar - iyi olanlar değil. Kafaya kötü niyetler yerleşiyor vs vs... İşte bu yüzden 2010 yılında bana zararı dokunacak olan insanların, benden uzak durmalarını istiyorum. Gerçekten. Kendi dertleriyle beni yormalarını istemiyorum, o dertlere beni de bulaştırmalarını istemiyorum. Hayatımı sadece kendim istediğim şekilde, başkalarının oyunlarını düşünmeden geçirmek istiyorum. En başta büyük plastik bir balon içinde yaşama fikri hoşuma gitti; ama yine de balonun dışarısını göreceğimi hatırlayınca ondan da vazgeçtim.
Öte yandan bu sözün yanlış kısmına değinmek istiyorum. Yanlış; çünkü biz de kötülük yapıyoruz. İsteyerek ya da istemeden; ama yapıyoruz. Düşünüyorum da, ben baya kötülük yapıyorum. - ama küçüklerinden :D Unutulabilir şeyler sanki. Biraz Catcher in the Rye olucak ama her türlü - insan ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın - o masumiyet her zaman büyüdükçe, hayata atıldıkça kaybolup gidiyor. Hem de daha sonra öyle birşey gibi görülüyor ki, masumiyeti görünce onu ezmeye çalışıyoruz; çünkü asla onu bir daha yakalayamayacağımızı biliyoruz. Hayatta bazı şeyler oluyor, Olmamalı, yani neden? diyorum. Ben o olaylara takılıyorum, diğerleri Ne takılıyorsun be?! deyip hayatlarına devam ediyorlar.

Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes aldıktan sonra tekrar dünyaya bakıyorum. Belki birşeyler düzelmiştir diye. Don Kişot ya da Robin Hood olmak gereksiz; çünkü değişmez bir döngünün parçasıyız. Yine de doğam böyle ve Let's do something! demekten kendimi alamıyorum.


Deniz