11 Ocak 2011 Salı

Kiyida kosede kalmis bir hikaye

Hani böyle değersiz şeylerimiz vardır, kaybedildikleri ana kadar da değerli olduğunu anlamadığımız değersiz şeyler… Yerden süpürürken onları bir yandan da toplamak isteriz. Çoğu zaman anılarımız olan bu gereksizlere terliklerimize takılan kumlar süsü verir, o kumları evimize getirdiğimiz için lanet ederiz. Sonra zaman gelir ve o kaybolan anıları, o peşimizde sürüdüğümüz minik kum tanelerinin arasında ararız.
Dün gece yatarken aklıma bir şey takıldı. Daha birkaç gün önce yaptığım bir şeyi hatırlayamadım. Hâlbuki çok eğlendiğimi hatırlıyordum; ama nedense kafamı zorlasam da aklıma getiremiyordum olanları. Renkli ışıklar gözümün önüne geliyor ve bir anda dönmeye başlıyorlardı. Günümle ilgili tek hatırladıklarım bunlardı. Biraz üzüldüm açıkçası, daha bu genç yaşımda hafıza kayıpları yaşamam normal değildi.
Olanları anneme anlatmaya karar verdim; çünkü hatırlama çabası içinde, hiçbir şeyi anımsayamıyordum. Anneme iki gün önce ne yaptığımdan emin olamadığımı; ama çok eğlendiğimi hatırladığımı söyledim. Suratıma gülerek baktı ve gençken her şeyi hızlı yaşadığımız için bir şeyleri unuttuğumuzu vurguladı. Öğüt vermeden de beni bırakmadı: Eğer bana aldığı günlükleri kullansaymışım, böyle bir sorunla karşılaşmazmışım. Bense, günlüklere yazmayı sevmediğimden, bu teklifi ciddiye bile almadım.
Gece tekrar yatağıma yattım ve boş boş tavanı izlemeye başladım. İnsanın işinin olmaması güzel şeydi; hem de bir yandan da komikti. Annem beni hızlı yaşamakla bir nevi suçlarken, anlamıyordu ki aslında ben her şeyi ağırdan alıyordum. O anda tavanda yürüyen böceği fark ettim ve içimden bir titreme geçti. Yatağımdan kalkıp, o böceği öldürmek ve tavana bakmaya devam etmek istedim; ancak üşendim ve öylece tavana bakmaya devam ettim. “Hadi yine şanslısın böcek, ah bir üşenmesem ben sana neler yapardım.”
Birden bir ses – hayır hayır - bir beste, adını koyamadığım bir şey kulağımda çınlamaya başladı, ya da çalmaya başladı desem daha doğru olur herhalde. Hafif ve sakinleştirici; ama bir masal müziği. Avrupa’da küçük bir köye gitseniz çalacak türden ya da Roma’da bir film çekseniz arka plandan yavaşça konuya süzülecek bir melodi.
Her şeyden öte, bu gerçek bir ezgiydi. Yaşanmış bir ezgi. Gözlerimi kapayınca tekrar o renkli ışıkları gördüm. Anılarımın geri geldiğini düşündüm bir an. Gözlerimi iyice sıktım ve kendimi görmeye zorladım. Zihnimin yanılsamasını bana yansıtan göz kapaklarımda olanları bulmaya çalıştım ve karşıma hiç beklemediğim bir şey çıktı.
Tanıdık bir yüz; ama kapının altına süpürülmüş bir yüz. Bana bakıp gülümsüyor ve atlıkarıncanın üzerinde benimle beraber dönüyor. Ben ağlıyorum; ama gördüklerimden dolayı o an mı ağlamaya başlamıştım, hiç anlayamadım. O ise gülmeye devam ediyor, hatta kahkahalarıyla etraftakilerin dikkatini bile çekiyor. O yaşta birinin atlıkarıncadan bu kadar zevk alması, çoğu insan tarafından garipsenmiş gibiydi.
Bir anda görüntüler kesildi ve gözlerimi açtığımda böcekle göz göze geldik. Koca gözleriyle bana bakıyor ve bir yandan da bir işler çeviriyormuş gibi ellerini birbirine sürtüyordu. İğrençti; ama bana beni hatırlattı. Yüzleşmeyi hatırlattı. O zaman atlıkarıncadakinin kim olduğunu anladım.
İnsan harika bir yaratık; ama bir o kadar da incinmeye açık. İncinmekten korkan ben, seni dalgalarımla yorup kafamın içinde küçük taneler haline getirdim. Sonra onları denize dağıttım; ama dönerken eve o parçaları da getirdim. Hatırlayamadığıma şaşmadım olanları anımsayınca. En büyük korkumun korkmak olduğunu anladım; çünkü elini uzattığında elini tutmayışımı ve atlıkarıncadan düşüşünü gördüm. Seni öylece orada bıraktım.
Renkli ışıklar ve güzel bir müzik. Seni sevmeseydim, sana bunu yapmazdım; seni orada öylece bırakırdım. Bırakırdım, atlıkarıncada öylece dönerdin saatlerce ve saatlerce …

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder